Salı, Ağustos 23

kayıp zaman anksiyetesi



işin doğrusu çok da doğru değil bu yaptığım. yaptıklarımın hiç biri doğru değil. ama doğru olan, yaptıklarımın hepsini doğru olması umuduyla yapıyor olmam. şimdi burada daha fazla durmam doğru değil, burada daha fazla kalmam, bu büroda daha fazla çalışmam, şu laneti de artık bırakmalıyım; 31 ağustos bunun için ideal bir gün, bu kadar fazla ve düzensiz yemekten vazgeçmem lâzım, yapacağım dediklerimi yapmak için her gün biraz daha gecikiyorum, iki arada bir derede karar verip ya kendimi nadasa bırakmalı veya kendimi biraz yormaya başlamalıyım. championship manager'i bırakmam lâzım, bahis oynamayı da, istemediğim yerlere bilinçsizce gidip alkole bulanmayı bırakmalı, internet'i bırakmalıyım biraz, eskilerde yaşamayı da, sorumsuzluğu bırakmalıyım? ya da kendimi biraz nadasa bırakmalıyım.

uyku düzeni denen pek müstakil halden çok biraz sıyırdım uzun zamandır. metabolizma denen ucubenin aklını aldım. ne yapacağını şaşırmış, divaneye dönmüştür kesin. hangi saatte ne kadar enerji sarf edeceğim, hangi saatte ne kadar yemek yiyeceğim, ne zaman yatıp ne zaman uyanacağım, ne zaman kendimi rölantiye alacağım hiç belli değil. ben bile bilmiyorken, metabolizma hayvanı hepten çizmiştir.

şimdi asıl kafama takılan dün gece kaybettiğim bir süre belirsiz zamanım. sabaha karşı 3 gibi yattığımı hatırlıyorum. sonra uyandığımı da, 7'de tekrar yattığımı ve 14:25'te tamamen kalktığımı hatırlıyorum. ara uyanışımda, yatana kadar ne yaptığım ise meçhul. hiçbir kesin iz yok ortalıkta, hiçbir kalıntı yok kafamda. yatarken elbiselerimi çıkarıp koltuğun üzerine mi koymuştum. kül tablasında 5 adet izmarit mi vardı, yatmadan önce, 2 poşet tadım çekirdeği yedim mi gerçekten, çoraplarım mavi miydi önceki gün, üzerinde "hawai" yazan terliklerle mi geldim odaya yoksa tam benzeri "speed" yazanlarla mı, buzdolabındaki rakıyı içmiş olamam, gece uyku ortasında kalkıp rakı içecek kadar sapıtmamışımdır herhalde, rakıya ne oldu o halde?

işin doğrusunu bilmiyorum ama aklımı başıma devşirmediğime eminim. aklımı başımdan düşürmüş olabilirim.

uyku arasında uyanıp bir haltlar yemeye çok yabancı değilim, hem kendi hayatımdan hem de başka hayatlardan. ama bu aradaki zamanın kaybolması, hiç başıma gelmemişti evvelce. normalde uykudan uyanıp su içilir, bazen üzerine çişe gidilir, bazen su içilmez de yalnızca çişe gidilir. bu en fazla 5 dakikalık bir zaman alır. çok nadiren uykudan kalkıp kaka yaptığım da olmuştur. hadi yanıma bir de dergi aldım diyelim, 10 dakikayı geçmez. neden daha uzun süre ayakta kaldığıma şüphelendiğimi henüz söylemedim. mesele şu. elimde bir yara var, elimin üzerinde? muhtemelen yanık ya da bir yere sürtülerek parçalanmış. uyandığımda üzeri sargı bezi ve yara bandıyla emaneten örtülmüştü. ikincisi banyo yapmışım, havlu henüz kurumamıştı, hemen yanımdaki sandalyeye koymuşum. cebimde 45 milyon lira eksik, 2 tane fazladan sigara paketi var masanın üzerinde ve en kötüsü yastığımın altından, her meme haznesinde de "eat me*" yazan bir sütyen?

bana ne yaptım?

(hadi abi, bi katılın bakalım ilerliyor mu?)

Perşembe, Mart 31

Rkande

zorunlu sayılma seanslarından birindeyken, sayılmak için bekleyen çılgın kalabalığın; yukarıdan nebatat gibi görünen küçük/büyükbaş eratın önünde duran çavuş, dosyasından bir kağıt çıkararak bağırdı:

- "perakende listesini ohuyorum... adını ohuduklarım mutlaka perakendiye girecehler. bir kere girmiyenin çarşısı kitlenir, ikinci girmiyene 7 gün disko, 3. kere girmiyen 1 ay karaharbe cezaya... kimse duymadım, bilmiyürüm demesin."

perakende ne, kim çıkardı, n'oluyoruz lan? ne işe yarıyor, perakende olunca ne yapmak gerekiyor, bu isimleri kim koyuyor mna koyarım ha!.. ismi okunan kahredercesine surat asıyor, anlamak mümkün değil. bir noktadan sonra en ağır işi yapıyor olsan da, en kral askerliği yapsan da kodes mahkûmu gibi gün saymıyor musun? dışarı çıkacağı günü sayıp duran ve amacı bir süre sonra sadece bir günü daha bitirmek olan bir insandan millet, devlet ne bekleyebilir? daha sonra hayatları boyunca; kendilerine gün saydıran, rütbelilerine hizmet etsin diye bir insanın ömründen 1,5 seneyi çekip alan devletle araları iyi olur mu bu insanların? yani mevzu şu ki, perakende olsa ne yazar, zaten gün saymıyor musunuz?

- vay eamüğa goyyin! şafak demiş alliğüç (53) belakendeye çıharılır mı ulan vay ızzdırabını sküyüm.

hem kızgın, hem durumla dalga geçer gibi bir hali vardı, boru değil, 53 demiş şafak, her şeyle dalga geçebilir.

"dayıoğlu" diye seslendim, döndü baktı sinirli sinirli, "hayırdır, ne ki bu perakende niye çıldırıyor millet, beni de okudular ben de bozulayım mı duruma?"

- vay torun abi, yaktılar bizi, mağfeddiler. hele senin hazkerliğini yahtı bu dürzüler... memleket nerağ?

- yüütah, iliyonis

dedim, dinlemedi bile. zaten bir şafak, bir de memleket sorduklarında bir alışkanlıktır bu, cevap almak umurunda değildir kimsenin, yıllardan beri süregelen bir alışkanlık, "memleket nere" deyip giderler, bir süre sonra sen de hiç farkında olmadan yaparsın bunu.

- sktired abi adıynan memleketiynen işim yok kimsenin. 12'den sonra elliğiki der. aelliğiki gün sonra yok burda zorbey... bi daha uğramaz buraya, sen çıkana kadar çocuğu bile olur... askerliğin çok, seni yaktılar o ayrı. ihohohahaha.

normalde, normal dediğim de, buradaki tabirle "sivildeyken" yani az çok küfür ederdim. askere geldim geleli daha dikkatli olup elimden, dilimden geldiğince küfür etmiyorum. "e hamına koyduğum dürzü kırığı asker kafalı japon ski" diye bağırasım geldi, aslında bir iki tokat atasım bile geldi zorbey denen hibneye, tuvalete gidip burnumu sildim, küçük su döktüm, geçti sonra.

gün oldu perşembe, saat 11'i çeyrek geçe falan, beni aramışlar, telefona baktım, karşıdaki "piyade çavuş üsüyin" dedi, "söyle üsiyün" dedim. "perakende var bugün, bak katılmazsan çarşı kitlenir, sonra da olacakları biliyorsun zaten". "tarrak" dedim, "biliyorum, sağol".

o saatlerde başıma gelecekleri soruşturmaya başladım, ne yapabilirler, ne yaptırabilirler bana bu perakende denen şeyde; cevap tek kelimeydi "sikecekler..." o zaman fazla koymadı işte, zaten farklı bir şey olmuyordu ki, zaten şafak demiş 'cart curt', üç ay sonra 'coni coni', hani skilmeye de mi alışır insan, alışıyor, her şeye ve buna da.

perakende saati gelene kadar araştırmaya, başımıza gelecekleri öğrenmeye çalıştım, mümkün olmadı, doğru düzgün bir izahat gelmedi. "süründürecekler, koyacaklar, emdirecekler, istikamet verecekler, vesaire". herkes bir korku salma hevesinde. aslında böylesi kötü de değil. başladığından beri kime ne sorsam, korkmayı gerektiren cevaplar vermişlerdir:

- bu komtan nasıl bir adam?
- asar keser doğrar
- burası nasıl bi yer, rahat mı?
- ıstırap burası
- aşağıdan komtan çağırdı içtimaya girmesem olur mu?
- valla komtan kızar, cezaya gönderebilir
- bi çişe gitsem?
- gelir şimdi, ben karışmam, geçen bi çocuğun ağzına sıçtı.
- eeeh ulan.

hal böyle olunca kendini hep en kötüsüne hazırladığın için, başına gelenler bu kadar sert, işkence gibi olmayınca, bu kadar ağır olmayınca üstesinden gelmek çok daha kolay oluyor. "ağzıma sıçmadı lan işte, yarrakkafa dedi geçti", o kadar.

neyse vakit geldi herkes toplandı, yoklamalar alındı, mangalar oluşturuldu, perakende başladı. o kadar da korkulacak bir şey yok işte, askerlik yapıyorsun, çök, kalk, sürün, yat, tüfemk ponza, hazrol, selağmduuuğar gibi şeyler, kısaca disiplin eğitimi.

"sen" diye seslenip yanıma geldi komutan ben dışarıdan geçen insanlara bakarken, "ne var lan dışarıda, o kadar istiyorsan git, yürü, tutmuyoruz seni". yalan, basbayağı tutuyorlardı. "emredin komtanım" diye yanıtladım, bu her zaman işe yarardı. "esas duruş nedir" diye sordu. allahtan bir şekilde ezberlemişim, ne zaman olduğunu bilmiyorum, hani acemilikte okuyacak hiç bir şey bulamayıp askerin el kitabı'nı okuduğumda falan kalmış aklımda: "bir askerin en iyi duruşudur, onun ruhen ve bedenen olgunluk derecesini gösterir"

ardısıra tekmiller verdirip herkese sordu, aradan bilen bilemeyen çıktı tabii elbette. ya da yan yan fısıldadık etrafımızdakilere, onları da kurtardık. sanırım 50-60 kişi tekrar etti bunu. sıra zorbey'e geldi, sordu komtan:

- esas duruş nedir zor-bey?
- kontanım şafak demiş...
- skerim şafağını şimdi
- bir askere duruşuna... ruh...
- tekrar...
- askerin derecesine... ruhun... olmuştur...
- şınav pozisyonu al.
- kontanım
- yat.

çekti bitirdi şınavı zorbey, bir kaçına daha sordu, tekrar zorbey'e sordu, zorbey'de tık yok. tekrar şınav. zorbey sanırım 60-70 şınav çekti o gün. artık kolları titriyor, değil göğsünü yere değdirmek, azıcık bükse kollarını yere düşüyordu. alnından terler süzülüyor, yüzü kızgınlık ve dehşetle gergin, morarmış, gözleri dışarı çıkmıştı.

iki adam çağırdı komutan, ikisinin zorbey'e dönmelerini istedi, zorbey ortalarında, ikisine de var güçleriyle bağırarak, esas duruşun tanımını yaptırdı, defalarca, defalarca, onlar yorulunca bağırmaktan, sordu zorbey'e, "ruh..." dedi zorbey, yeni birileri geldi bu defa onlar bağırmaya başladılar zorbey'in kulağına kulağına, tekrar sordu komutan, "olgunlaştı..." dedi zorbey. tekrar iki adam... kendimi onun yerine koymaya çalıştım, o halde görmeye dayanamadım kendimi, kulakları hiç bir şeyi duyamayacak kadar yorulmuş, morali, kendine güveni yerle bir olmuş, olası her şeye dair heyecanını yitirmiş ve başka bir boyuta geçmiş olabilirdi. komutan sordu tekrar, zorbey bağırdı:

- zorbey solgun, maraş, emret komtanım...
- esas duruş nedir?
- aum kreeng kreeng kreeng hoong hoong hreeng hreeng...kreeng kreeng kreeng hoong hoong hreeng hreeng swaha...karma jangchup tsomo, bhargo devasya dhimahi... ooooommmm... auooommmmmm... ooooooğğğğğm.

herkes büyülenmiş gibi bir zorbey'e, bir ne yapacak diye komutana bakıyor, bu garip seslerin ne anlama geldiğini, nereden çıktığını anlamaya çalışıyordu. zorbey'in iki yanındaki askerler de olgun ve buğulu bir sesle başladılar "aum kreeng kreeng kreeng hoong...". aptal aptal bakıyorduk. komutan kımıldamıyordu, hiç kimse kımıldamıyordu, acaba farkındalar mıydı ne olduğunun, yoksa kımıldayamıyorlar mıydı? ben? hareket etmek istedim, sonra vazgeçtim, bir ayin gibiydi bu ve benim görevim de burada durmaktı sanki. yere diz çöktü zorbey, avuç içlerini birleştirdi, başını önüne eğdi, diğerleri bu garip tekerlemeyi söylemeye devam ederken. daha sonra zorbey'in yerden yükseldiğini gördüm, bir metre kadar, herkes gördü mü acaba? gördülerse eğer neden kimse bir ses çıkarmıyordu? gözlerini kapattı zorbey, ne kadar süre geçti bilmiyorum. daha sonra tekrar ayağa kalktı, diğerleriyle birlikte tekerlemeyi tekrarladı ve üçü birden sustular.

sessizliği komutan bozdu, "n'oluyor lan burda orospu çocukları ne diyorsunuz lan siz?", "aloo, lan itoğlu it".

duymadı bile sanki zorbey, gözlerini açtı, derin bir nefes aldı ve koşmaya başladı, başını önüne eğdi koşarken, hızlandı ve gidip bir duvara çarptı. yere düşmüş karpuz gibi dağıldı kafası.

"hasktir... hasktir amuğa koyum" gibi sesler çıkarıyordu herkes. komutan aptala dönmüştü, titriyor, kekeliyordu, korku doluydu gözleri. kendine gelsin diye gittim bir tokat attım. ona iyi gelmedi ama bana iyi geldi. gidip gazinodan, berberden bir örtü aldım geldim. zorbey'in üzerini örtecektim ki, yerde ufak anahtarlık gibi bir şey gördüm, hemen kafasının kenarında. eğilip aldım, küçük bir plaka üzerinde, dijital rakamlarla 53 yazıyordu. "elliüç. hmmm" diye seslice okudum rakamı, gözlerim zorbey'in kalan parçalarından yerdeki dudaklarına döndü her niyeyse, o an dudakları kımıldadı "üç yüz borum var oğlum sana..." "hasktir" dedim ben de, üzerini örttüm.

ertesi sabah kimse olanlardan bahsetmiyordu. gidip sordum soruşturdum, "zorbey'e yazık oldu", "n'ooldu lan öyle perakendede, hep böyle mi mna koym","eğitim zaiyatı zorbey..." diye ağız yokladım, yok, kimse hatırlamıyor, ne zorbey'i hatırlıyorlar, ne dün olanları.

yıllık iznimden 7 gün kullanıp, 7 gün boyunca uyumayı düşündüm, "öyle 3,5,9 olmaz, ya hepsini bi arada kullanacaksın, ya hiç kullanmayacaksın" dediler, gidip kollarımda sigara söndürdüm.

Cumartesi, Ocak 8

Tahtakale Ocak 2005 Raporu

tahtakale'ye gittim bugün.

5 milyona krom kaplamalı casiq marka saat aldım. ilk gordüğümde içim gitti, pırıl pırıl krom kaplama, kocaman dijital rakamlar ama 1 hafta calisacak saat icin 5 milyon verilmez dedim. bayağı bir yürüdüm, derin iç hesaplaşmalara daldım. o saati almasam sanki hayatımda birşeyler ters gidecek sanki. baktım olmayacak geri donup aldım saati. "abi son bir ikramın yok mu" adetini de gerçekleştirdim. adamlar 150 euro'luk seiko pulsar spoon'un aynısı yapmışlar. utandigimdan saat kemerini daralttiramadim. simdi bi saatciye gidip 5 milyonluk aletin kemerini kisalt da diyemem. elimden maymun kelepçesi gibi sarkıyor.

2 sene önce deposunda 100 tane sıfır sega dreamcast olan bir dükkan vardı. belki fiyatları düsürmüslerdir bir kolacan edeyim derken yolda cd'ci herifin teki ilişti (abi porno ister misin) herif koluma giriyor sonra kulağıma fısıldıyor usulcana (abi cok guzel pornolarım var) iblis midir nedir kardesim bunlar. "siiidiii" derken çıkan yılan tıslamasına benzer ses tüylerimi diken diken ediyor. nasıl anlıyorlar? tamam zulada var 3-5 muzır neşriyat. arada koleksiyonumu genişletme ihtiyacı da duyuyorum ama bugün değil. insan sıfatına nasıl yansıyor bu anlayamıyorum. şükürler olsun ergenlik sivilcem falan da yok. üstümde ne var da bu herifler piranha gibi saldırıyor, abaza olduğumu anlıyor. olsa olsa üstümdekiler evet sakal, biraz depresif ruh hali, hırpani kıyafet bakımsız üstbaş bu adamları çekiyor olmalı. herifi azarladım "ilişme" dedim. dreamcast'çi de ise sadece oyun kolu kalmış 20 dolar. dönüş yolunda cd'cilerle gözgöze gelmemeye çalıştım, cd'lere bakmadım bulaşan olmadı bu sefer.

balık ekmek olayı takalardan galata köprüsüne tasinmis. masada oturup yiyorsun denize karşı 2,5 türk yeni.

Çarşamba, Aralık 29

Santilitre 35

Tekel bayii 35lik rakıyı 70lik şişede vermekte ısrarcıydı nedense. Aynı parayı vereceğimden, açılmamış bir 35liği gözümün önünde açıp 70liğe aktaracağından bahsedip duruyordu. Sonunda dediklerini yaparak yarısı boş 70lik şişeyi elime tutuşturmayı başardı. Gülümsedi.

Şişeyi kafasına geçirdim tabii. 70lik şişeyi montumun içine yurdun kontrol kapısından geçerken farkedilmeyecek şekilde yerleştirebilmem, dolayısıyla yurt yönetiminden ceza almamam ve böyle pis sırıtan birine bunları anlatabilmem imkansızdı çünkü. Bir 35lik kapıp çıktım.

Salı, Aralık 28

Carpe Die'm

Salatasını tuzluyordu ki aniden elektrikler kesildi. Demek daha dün taşındığı bu evde de elektrikler tıpkı diğer evlerdeki gibi aniden kesiliyordu. Pencereyi açıp çevredeki diğer evlerin elektriklerinin de kesildiğini görünce kesintinin kendi evine özgü basit bir sigorta atması hadisesi olmadığını anlayıp eski kiracılardan kalma bir mum bulma umuduyla sağı solu kurcalamaya başladı. Elini mutfak çekmecelerinden birinde gezindirirken "Hah işte!" dedi, "Ne şanslıyım lan".

Tüm bu yaşadıkları bir bilgisayar oyununda geçiyor olsaydı şanslı sayılabilirdi gerçekten, fakat herşey tamamen gerçek ve elinde tuttuğu şey mum değil bir tabancaydı. Ve tabancaların bir yemek masası aydınlatıcısı olarak kullanılabildiği henüz kayıtlara geçmemişti. "Bu ne lan" dedi, "Tabancanın mutfak çekmecesinde ne işi var? Tabancanın bu evde ne işi var hatta? Allahım ben nasıl bir evi tutmuşum?!".

Önce tabancayı hemen eski yerine koydu. Tabancalarla pek haşır neşir bir insan değildi. Fakat gittikçe artan merakına karşı koyamayıp bu sefer daha dikkatli ve yavaş hareketlerle yeniden aldı tabancayı eline. Elektrikler hala gelmemişti, ama onun aklında ne elektrik kesintisi ne de acıkan karnı vardı artık. Tüm konsantrasyonunu tabancaya vermişti.

Bir müddet sonra sağa sola nişan alıp ateş edermiş gibi yapmaya, filmlerden gördüğü değişik hareketleri uygulamaya başladı. Neşesine diyecek yoktu. Koltukların üstünde zıplıyor, yerlerde sürünüyor, siper alıyor, tutukladığı yastığa haklarını okuyordu. Tabancayı kafasına götürüp intihar edermiş gibi yaptığı bir anda aniden bir şimşek çaktı. Şimşek tıpkı diğer evlerdeyken çaktığında yaptığı gibi her yeri kısa bir süreliğine aydınlatmıştı. Bu kısa süre içerisinde tam karşısında bulunduğu aynada kafasına silah dayamış aksini görünce korktu ve aniden tetiği çekti. Kurşun kafasını sıyırmıştı; ama akan kanlardan bunun basit bir sıyrık olmadığı kolayca anlaşılıyordu. "Amına koyim " dedi, uzunca bir müddet sessiz kaldıktan sonra ekledi: "Çehov".

Elektrikler aniden geldi.

Perşembe, Eylül 23

Kurtlar Vadisi - Part 1

Oldukça soğuk bir Temmuz akşamıydı, Edirne Binevler'de...

Kitaplara göre, Edirne'de kara iklimi hüküm sürer. Yazları gündüz sıcak, Kırkpınar'a rastlarsa yağlı geçer. Kışları ise tam tersi; soğuk ve genelde kupkuru yağsız. Oysa kara iklimi bir travestidir: Gündüz, altın sarısı saçları, uçları şevhetle dikelmiş löpür löpür memeleriyle yürek dağlayan ateşli bir afetse, gece siyah kolluk takan bir haciz memuru kadar soğuktur. Garip olan, travestilerin genelde gündüz sokağa çıkmadığıdır. Buradan yola çıkarak kara ikliminin edepsiz teşbihi kaldıramayan sade ve efendi bir iklim olduğunu söyleyemek ya da Edirne gibi, ikliminin ters döndüğü, Transilvanya yolu üzerindeki yerlerde acaip,ürpertici bir o kadar da kan donduran olaylara hazır olmak... Hangisi doğru tespit, bilemiyorum.

Binevler, Bulgaristan'a giderken son solda, minik bir öğrenci şehri. Ortasından geçen sulama kanalı kurbağa ordusuna yurt olur, kanal boyunca uzanan otlukta yaz yazlaştıkça volümü arttıran gürültücü haşerat ise yeşilbaşlara lezzetli bir serenat olurdu. Öğrenciler mi? Onlar işte bildiğin öğrenci... Binevler'de çok öğrenci vardı, en az su kanalındaki sayısız haşerat kadar öğrenci, sabah dersine yetişmek için sokağa çıktıklarında t cetvelleri birbine çarpar, takada tukada ses çıkarırdı. Bu enteresan doğa olayı uzaktan bakıldığında bir tarikat yürüyüşünü andırıyordu: omuzlarında t cetvelleriyle, suratı asık bezmiş öğrenciler çarmıhını sırtlamış hz. İsa gibi akın akın okula gidiyordu.. Evler genelde 3-4 katlı, balkonların yanında bina boyunca uzanan tahta süsler tırmanmaya son derece müsait. Geceleri özellikle, zili çalıp bütün ev ahalisini uyandirmaktan çekinen öğrenciler buralardan tırmanarak balkondan eve girer. Öğrenciler arasında gece misafirliği, gitgeller çoktur. Sıkıntıdan kendilerini pis yedili, king gibi kağıt oyunlarına veren öğrenciler geceleri Binevler?i minik bir Las Vegas?a dönüştürür, zamanın çarkları çay, sigara ve kabak çekirdeği öğütürdü.

Soğuk bir temmuz akşamıydı, evet. Binevler'de balkonda tüneyen yüzlerce öğrenciden biri, Cemal... Mimarlık birinci sınıftaydı. İsminin çok sıradan olduğunu düşünürdü. Başlarken yöneteceğin karakter için isim girilmesini bekleyen bilgisayar oyunlarında olduğu gibi, isim girmezsen "player1" olur ya Cemal de öyle bir ad, nüfus kağıdının üzerinde matbaa çıkışı gelen bir isim. İnsanın anne babası biraz özenir be, dünyaya bir sefer geliyorsun. Neyse, en azından windows/temp/XrcvteQZ.exe gibi rastgele bir virüs ismine sahip olmadığına şükretti. Cemal'in yaşadığı evde bile kendi isminde 2 tane arkadaşı vardı. Karışıklık olmasın diye, daha okulun ilk ayında "Angut Cemal? ismine layık görülmüştü. İsmi gibi hayatının da sıradan olduğunu düşünürdü. Sıradan!

Sıradan mı?

Sıradan olduğunu düşünmek neyse de sıradan olduğunu hazmedememek çok tehlikelidir. Bu hazımsızlık sahibi insandan her türlü dengesizlik beklenebilir. Sıradanlığının farkında olan veya ne olduğu umurunda olmayan insanlar ise zararsız birer tavuktur. Barış, sağlık ve mutluluk içinde yaşamlarını tamamlarlar. Türküm! Doğruyum! Yasam küçükleri korumak, büyüklerimi saymak, varlığım...

Tam o sırada aşağıdan bir ıslık sesi:

-fiyuvvvv! hüooop Cemal! diye bağırdı aşağıdaki sesin sahibi, Berkantur, uzun bir tasviri haketmeyecek kadar aşağılık biriydi. Bildiğin puşt, züppe. Aklı fikri anlık eğlencelerde olan, baba parasıyla hayatını sürdürecek bir salon piçiydi. Sıradanlığı en hazmedemeyenlerden...

-Hangi Cemal?

-Angut Cemal!

-Ne be amuaogodumn? Doymadın mı kinge? Gel vereyim eline usul usul

-Ne kingi olm! Ragıp ağanın çiftliğine gidiyoz kiraz yemeğe! Torba kap gel!

(to be continued)

Çarşamba, Eylül 15

Konuralp'in Dumanlı Yolculuğu

ağustostu, orası kesin, ve fakat ağustos olmasına rağmen kıştan kalma bir gün yaşıyordu şehrin insanı. konuralp bu havada bu şehirde daha fazla duramacağına kendini en harbisinden inandırıp, istanbul'da yaşayan ablasının yanına gitmeye karar verdi. "ulan" dedi "karar verebilmek ne güzel şey, karar veremeyen, karar verebilecek durumda olmayan insanlar var" ve ardından üç nokta süresince düşündü.

ablasını aradı hemen, "gelebilir miyim, kalabilir miyim" diye sordu, ablası okey verdi, sevindirik oldu sesi bunun yanısıra, hoşuna gitti konuralp'in. sipariş almak için "buralardan ne getireyim sana ne istersin" sorusunu doğrulttu sonra, "oraların nesi meşhur" dedi ablası, "bi bakıp sonra seni ararım" deyip kapattı telefonu.

ilk minibüsle eve gitti, içi zıpır zupurdu, sanki çok afilli, gayet yerinde bir karar vermiş gibi hissediyordu, iyi olacaktı, iyi bir şeyler gelecekti başına sanırımdı. hem zaten aslında bir yandan da, yengeç burcu, merkür'ün terso etkisinden yeni kurtulduğundan bu kadar cevval hissediyordu kendini. kötünün kötüsü pozisyonlar bitmişti; çorbasından soluncan çıkması, yeni aldığı ayakkabılarının altının delinmesi, bir haftadır her gün denemesine rağmen balık tutamaması, nüfus cüzdanını kaybedip, belediye kayıplar amirliğine gittiğinde, camda nüfus cüzdanını görüp sevinmesinin ardından oradaki iki çocuğun "salağa bak lan nüfus cüzdanını kaybetmiş, haftanın salaklarını gelip burdan görebiliyorsun" diye konuştuklarını duyup hemen hızla tourettes sendromuna giriş yapması hep merkür'ün yüzündendi.

iyi gibi değil, basbayağı iyiydi, gitmek ona iyi gelecekti, oh gidiyordu be sonunda.

eşyalarını toparladı, gitarını, ara sıra bir şeyler karaladığı defterini, gameboy advance'ini yanına almayı unutmadı elbette ki. aslında annesi gitmesini pek istemiyordu konuralp'in, hani n'olur n'olmaz, damadı iyi bir adamdı ama konuralp'in kalmasından hoşlanmayacaktı belki, belki kavga çıkaracaktı, belki iki tane yumruk çakıp oturtacaktı ablasını, üç gün eve uğramayacak, sonra sülün gibi bir rus gacıyla basılıp gazetelere çıkacaktı. "manyaklığın lüzumu yok anne" dedi konuralp, "o zaman niye gidiyon" deyip ağlamaya başladı annesi, "hep kalbimi kırın, aman beni yerden yere vurun, herkese kızıp acısını benden çıkarın, gücünüz bana yetiyor" gibi, az biraz yüreği olan insanın yüreğini artı bonus olarak beynini kökünden bazukalayacak sözler söyleyerek. özür diledi konuralp, "annem" dedi, "bu şehir beni bozdu, darmadağın etti, bak hastalıklar edindim durduk yere, psikopat oldum, seni, dünyada herşeyden çok sevdiğim seni kırar, incitir oldum" deyip o da ağladı. "hadi ordan pislik" dedi annesi, "yav anne bak allasen" falan derken bunlar barıştılar, sarıldılar, annesi ikna oldu, apartmanın yakıt aidatından bir miktar eksiltip, konuralp'in cebine koydu zorla. "gitmeden iyice yesin de oralarda ne olur ne olmaz di mi" niyetiyle hemen yemek yapmaya girişti annesi. yumurtalı rosto yaptı, fasulye, pilav, barbunya pilaki, patates kızartması+köfte+ayran 1,5 derken saat 8 oldu kardeşim, otobüs kaçacak.

hemen hamhum şaralop yapıp yemekleri aceleyle yükünü aldı ve terminale uzadı konuralp. kılpayı yetişip bindi otobüse yerine oturdu "oohhhşşsss" diyerek rahatladı ve yerleşti koltuğuna. yanı da boştu, harika, 15 saatlik yolculuk başlamak üzereydi ve konuralp bir miktar heyecanlı, haddinden fazla rahat üstelik sesi çok güzel bir kardeşimizdi.

giderken giderken, çıkardı gameboy'unu oynamaya başladı. kendini evde sanıp sesi kısmayı unuttuğundan herkes işkillendi, ters ters baktı buna, oysa o kafasını oyundan kaldırmıyordu. hemen arka koltukta oturan 73 ya da 61 yaşlarında bir dede, "oğlum civcuv dbam zabum ütüleme kafamızı, kitar mı saz mı çalacaksan onu çal dinleyelim hep beraber" dedi, konuralp "afedersin amca, sesi kısıyorum ama gitarı otobüste çalsam olmaz ayıp olur, seven var sevmeyen var, şeyolmasın" derken, etraftan bir destek geldi kafayı yersin. herkes "çal, çal, çal gitarcı" diye bağırıp tempo tutuyordu. kendisine sevecen bakışlarla, sempatik gülüşlerle, popstaringu bir destekle yaklaşan bu ateşli kalabalığın isteğini kıramayan konuralp aldı gitarını ve konuşturdu.

merkür'ün etkisinden çıkmıştı ya namussuz, nasıl çalıyordu, öttürüyordu. iki parça çaldıktan sonra, herkes çılgınca alkışladı, hatta şoför de alkışlarken dönüp "tebrik ederim" demeye çalışınca, büyük bir kaza atlatmışlar, ipin ucundan dönmüşlerdi neredeyse. "tamam yeter, yoksa kaza yapacağız" deyip idare etmeye çalışsa da konuralp, yolcular, şoförün alkışlamaması ve arkasına dönmemesi, mola yerinde beğenilerini belirtmesi kaydıyla, konuralp'i tekrar çalmaya ikna ettiler.

"bu defa siz isteyin ben çalayım" dedi konuralp, biri pop istedi, öteki türkü, kimi arabesk istedi, diğeri dış kaynaklı hafif müzik, hepsini çaldı konuralp, bu ne hafıza, bu ne reperturar, o ne güzel ses, akordun ne güzel yavrum diyerek hayran oldu herkes. o sırada otobüs ilk molasını verdi, saat gece 11 gibi.

indiler otobüsten, tuvalete gitti, geldi, çay içmek için oturdu bir masaya, herkes selam verdi, gülümsedi, acayip mutlu oldu eşşek sıpası "sevilmek ne güzel şey ulağan" diye nârâ atmak istedi. sakinleşti sonra, çayından bir yudum alıp sigarasını yaktı. "oturabilir miyim?".. bu sesle irkildi konuralp, dalıp gittiği potansiyel istanbul maceralarından. kafasını kaldırdı ve o anda çarpıldı, sarsıldı, hörküldü, kızardı, foşardı ve zümbürtlendi. böyle bir güzellik görmemişti hiç, sımsıcak bakışlar, fındık gibi bir burun alev alev saçlar, of anam incecik bel, oy oy tarladan yeni gelmiş bol sulu rakılık kavun gibi göt be, beldne 15 santim geride duruyor alimallah, memeler mi taş, birbirine vur ateş çıkart, o dudaklar bülbüleşiyor konuştukça... pardon, ee ne diyordum. hah. bizimki "tabii, öyle, olur, belki" falan diyor ama kafa yerinde değil. o sırada "çok şekersin" sözüyle irkildi konuralp. "kesin bir salaklık yaptım, yoksa durduk yere şekersin demez bu kız milleti" diye düşündü ve kendine geldi.

"tişikkür iderim" diyerek üzerinde ekistıradan emanet duran bir ağızla cevap verdi konuralp. kasları gerildi, burun delikleri hızla açılıp kapandı, yoksa kadınlarda mı oluyordu bu, gözleri faltaşı gibi açılsın bunun, açıldı dolayısıyla. oradan buradan, şappır şuppur birbirlerini yiyerek şam'da kayısıya eşdeğer bir muhabbete giriştiler. kız hayran olmuştu konuralp'e mola bitti, otobüse bindiler ve zaten yanı boş olan konuralp'in hemen yanıcağızına oturdu kız. adı şey olsun bu kızın, eee, sevdübai. sevdübai ve konuralp kâh mır mır, kâh mıy mıy, mümkün mertebe harıl harıl birbirlerine sarıldılar, şakalaştılar, konuştular, bakıştılar. bütün otobüs sanki kendi çocuklarını evlendirmiş gibi mutlu ve tomruktu. az gittiler uz gittiler derken gece bilmemkaç tekrar mola verdi otobüs.

indiler tekrar, tuvalete gitmek için ayrıldılar, konuralp tuvaletten çıktığında, sevdübai elinde 2 şişe sodayla bekliyordu. "soda aldım, midemiz rahatlar di mi" dedi sevdübai, acayip hoşuna gitti konuralp'in düşünülmüş olmak. aceleyle yanarcasına dikti sodayı konuralp, bir dikişte içti, bağrı yandı, ağzı dili eğildi ama, bir dikişte içerek ne kadar memnun olduğunu gösterecekti aklı sıra. sevdübai ise, sodasıyla birlikte sigara içmek istiyordu. sigarasını çıkarmaya çalışırken soda şişesini elinden düşürdü, paramparça oldu tabii, üzüldü müzüldü. konuralp "tekrar alayım, alayım ben sana bi tane daha" falan dediyse de, istemedi sevdübai, "sana sarılayım yeter" dedi, sarıldı konuralp'e, birlikte otobüsün yıkanıp temizlenişini izlediler. anons geldi biraz sonra otobüse bindiler, yanyana sarılıp oturdular tekrar. üç beş kelâm ettmişlerdi ki, kısa bir suskunluk arasında konuralp, sevdübai'nin başına omzunu yaslayıp uykuya daldı. yüzündeki ifade çok sevimliydi konuralp'in.

uyandığında yanı boştu. koltuğun altına, ayakkabılarının içine, kendi koltuğuna baktı, sevdübai yoktu. arkasında oturan 64 yaşındaki amcaya sordu, "git pislik" diye cevap verdi amca. "n'ooldu amca ya ben ne yaptım" dedi konuralp "sus ahlâksız" cevabıyla sarsıldı. yandaki o eşsiz gülümseyen tek çocuklu aileye sordu "sevdübai'yi gördünüz mü" diye, kadın "allah belanı versin" derken, adam "yolculuğu zehir ettin, yuh sana hayvan" diye cevap verdi. muavini çağırıp sordu, "abi hayırdır gece ne oldu" dedi, "ulan sen ne öküz adammışsın, nerden aldık seni otobüse" diye cevap verdi. çıldıracaktı konuralp koltuğundan kalktı, sevdübai'nin yerine bakmaya gitti, oradaydı sevdübai, "sevdübai?" dedi, cevap yok, "sevdübai duymuyor musun beni" dedi, "yeterince duydum iğrenç pislik" diye cevap verdi sevdübai. "ne yaptım ben, neden bu güzelliği bozuyorsun" diye dişlerini sıkarak sordu, sevdübai'nin yanındaki teyze "ossuruklu" dedi konuralp'e, sonra arkadak birisi daha "hayvan gibi osuruyorsun" dedi, başka birisi daha "burnumuzun direği kırıldı senin yüzünden", "boğuluyorduk ulan pis osturuklu", ossuruk, osturuk, osuruh, herkes osuruktan bir şeyler söylüyordu. anlaşılan evde yediği, barbunya, fasulye, patates vesaire sodayla birleşince müthiş bir patlamaya sebebiyet vermişti. kıpkırmızı oldu konuralp. "hayır ben yapmadım" diyecek oldu ama şoför "ne yapmadın ulan osturuk kafa, al şu paranı in otobüsten" diyerek bilete verdiği parayı konuralp'e geri vererek, otobüsü sağa çekti ve konuralp'ten inmesini istedi. yolcular hep birden "helal kaptan" diye bağırıyorlar, kimi "oh temiz hava" diye kapılara yanaşıyordu. konuralp indi otobüsten, bir bolu girişinde, yokuşun başında, bir daha soda içmemeye yemin ederek yürümeye başladı. daha sonra hiç görülmedi konuralp, osuruklu konuralp.

işin özü: sodaya limon sıkınca gaz yapmıyormuş.

Pazartesi, Ağustos 9

Seni Düşünmek

Seni düşünmek güzel şey demiş şair
Seni düşünmek umutlu şey
Dünyanın en güzel sesinden demiş
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey

Fakat artık umut yetmiyor bana
Ben artık şarkı dinlemek değil
Şarkı söylemek istiyorum
Diyerek şiirini sonlandırmış şair.

Pazartesi, Ağustos 2

Merhaba Ben Hıdır, Elimden Gelen Budur

ChatWalk loglarından seçmeler.

1)
- Merhaba ben Polat. 30 yaşındayım, Samsunluyum.
- Selam, ben de Elif. İzmirliyim, esmerim, 1.72 boyundayım.
- Merhaba Elif, kaç yaşındasın peki?
- 22 yaşındayım. Peki sen esmer misin, kumral mı? Yoksa sarışın mı?
- Kumralım.
- Aaa öyle mi? Bense esmerim.
- Evet söylemiştin.
- Doğru ya, en başta söylemiştim.
- İzmirde havalar nasılmış?
- Sıcakmış oldukça.
- 22 yaşındayım demiştin değil mi?
- Evet, 22 yaşındayım.
- İzmirlisin, esmersin.
- Evet, ve adım Elif. 1.72 boyundayım.
- Ben de 30 yaşındayım işte, Samsunluyum.
- Evet ne güzel.
- Adım da Polat.
- Peki Polat, benim en çok hangi özelliğim dikkatini çekti?
- Açıkçası tek bir özelliğini söylersem diğerlerine haksızlık olur.
- Yani?
- İzmirli, esmer ve 1.72 boyunda olman bir bütün olarak dikkatimi çekti yani.
- Teşekkürler. Benimse en çok adının Polat olması ilgimi çekti.
- Dedemin adı.
- Ne bileyim, güzel bir isim Polat. Mesela Abdullah da olabilirdi ismin.
- Elif de güzel isim.
- Evet, alfabenin ilk harfi. Arap alfabesinin yani.
- Peki ne kadar esmersin? Çok mu, az mı? Yani bir Arap kadar esmer misin mesela?
- Hayır normal bir esmerim.
- Ben de normal bir kumralım.
- Zaten Polat ismine de kumrallık yakışır.
- E yani.
- Sarışın bir Polat düşünemiyorum mesela.
- Ah hah evet.
- Samsunun içinden misin?
- Evet, merkez.
- Demek 30 yaşındasın.
- Ya işte, öyle.
- Benden tam 8 yaş büyüksün.
- Evet, birçok insandan büyüğüm. Bazılarından da küçüğüm tabii. Mesela dedemden.
- Onun adı da Polat'dı değil mi? Gerçekten güzel isim. "Polat Dede" kulağa hoş geliyor.
- "Elif Nene" de keza öyle.
- Daha çok gencim ama. Senden 8 yaş gencim. 1.72 boyundayım.
- Ben de bir elliyim.
- Nasıl yani? Polat ismine göre oldukça kısaymışsın. Genetik mi?
- Hayır, genetik değil. Bir espri.
- Anlamadım. Neyse Polat sana mutluluklar dilerim. Keşke boyunu da söyleseydin en başta.
- Anlamanı beklemiyordum zaten. Boyum 1.90, Samsunluyum. Sana da mutluluklar.

2)
- Selam, ben Elif. İzmirli'yim, 22 yaşındayım, 1.72 boyundayım, dandik esprilerden hoşlanmayan bir karakterdeyim.
- Merhaba ben Abdullah, 80 kiloyum, uzun boyluyum.
- Memnun oldum Abdullah!
- Ben de memnun oldum.
- Mutluluklar Abdullah!
- Öyle olsun bakalım.

3)
- Alo. Ben Arzu, 20 yaşındayım, sarışınım, tenis oynarım.
- Merhaba ben Polat. Samsunlu'yum.
- Kaç yaşındasın peki?
- Dedemin adı da Polat. Bana da o yüzden koymuşlar. Polat güzel isim değil mi?
- Evet tabii. Memnun oldum Polat.
- Ben de.
- Mutluluklar Polat.
- Mutluluklar.