Çarşamba, Aralık 29

Santilitre 35

Tekel bayii 35lik rakıyı 70lik şişede vermekte ısrarcıydı nedense. Aynı parayı vereceğimden, açılmamış bir 35liği gözümün önünde açıp 70liğe aktaracağından bahsedip duruyordu. Sonunda dediklerini yaparak yarısı boş 70lik şişeyi elime tutuşturmayı başardı. Gülümsedi.

Şişeyi kafasına geçirdim tabii. 70lik şişeyi montumun içine yurdun kontrol kapısından geçerken farkedilmeyecek şekilde yerleştirebilmem, dolayısıyla yurt yönetiminden ceza almamam ve böyle pis sırıtan birine bunları anlatabilmem imkansızdı çünkü. Bir 35lik kapıp çıktım.

Salı, Aralık 28

Carpe Die'm

Salatasını tuzluyordu ki aniden elektrikler kesildi. Demek daha dün taşındığı bu evde de elektrikler tıpkı diğer evlerdeki gibi aniden kesiliyordu. Pencereyi açıp çevredeki diğer evlerin elektriklerinin de kesildiğini görünce kesintinin kendi evine özgü basit bir sigorta atması hadisesi olmadığını anlayıp eski kiracılardan kalma bir mum bulma umuduyla sağı solu kurcalamaya başladı. Elini mutfak çekmecelerinden birinde gezindirirken "Hah işte!" dedi, "Ne şanslıyım lan".

Tüm bu yaşadıkları bir bilgisayar oyununda geçiyor olsaydı şanslı sayılabilirdi gerçekten, fakat herşey tamamen gerçek ve elinde tuttuğu şey mum değil bir tabancaydı. Ve tabancaların bir yemek masası aydınlatıcısı olarak kullanılabildiği henüz kayıtlara geçmemişti. "Bu ne lan" dedi, "Tabancanın mutfak çekmecesinde ne işi var? Tabancanın bu evde ne işi var hatta? Allahım ben nasıl bir evi tutmuşum?!".

Önce tabancayı hemen eski yerine koydu. Tabancalarla pek haşır neşir bir insan değildi. Fakat gittikçe artan merakına karşı koyamayıp bu sefer daha dikkatli ve yavaş hareketlerle yeniden aldı tabancayı eline. Elektrikler hala gelmemişti, ama onun aklında ne elektrik kesintisi ne de acıkan karnı vardı artık. Tüm konsantrasyonunu tabancaya vermişti.

Bir müddet sonra sağa sola nişan alıp ateş edermiş gibi yapmaya, filmlerden gördüğü değişik hareketleri uygulamaya başladı. Neşesine diyecek yoktu. Koltukların üstünde zıplıyor, yerlerde sürünüyor, siper alıyor, tutukladığı yastığa haklarını okuyordu. Tabancayı kafasına götürüp intihar edermiş gibi yaptığı bir anda aniden bir şimşek çaktı. Şimşek tıpkı diğer evlerdeyken çaktığında yaptığı gibi her yeri kısa bir süreliğine aydınlatmıştı. Bu kısa süre içerisinde tam karşısında bulunduğu aynada kafasına silah dayamış aksini görünce korktu ve aniden tetiği çekti. Kurşun kafasını sıyırmıştı; ama akan kanlardan bunun basit bir sıyrık olmadığı kolayca anlaşılıyordu. "Amına koyim " dedi, uzunca bir müddet sessiz kaldıktan sonra ekledi: "Çehov".

Elektrikler aniden geldi.

Perşembe, Eylül 23

Kurtlar Vadisi - Part 1

Oldukça soğuk bir Temmuz akşamıydı, Edirne Binevler'de...

Kitaplara göre, Edirne'de kara iklimi hüküm sürer. Yazları gündüz sıcak, Kırkpınar'a rastlarsa yağlı geçer. Kışları ise tam tersi; soğuk ve genelde kupkuru yağsız. Oysa kara iklimi bir travestidir: Gündüz, altın sarısı saçları, uçları şevhetle dikelmiş löpür löpür memeleriyle yürek dağlayan ateşli bir afetse, gece siyah kolluk takan bir haciz memuru kadar soğuktur. Garip olan, travestilerin genelde gündüz sokağa çıkmadığıdır. Buradan yola çıkarak kara ikliminin edepsiz teşbihi kaldıramayan sade ve efendi bir iklim olduğunu söyleyemek ya da Edirne gibi, ikliminin ters döndüğü, Transilvanya yolu üzerindeki yerlerde acaip,ürpertici bir o kadar da kan donduran olaylara hazır olmak... Hangisi doğru tespit, bilemiyorum.

Binevler, Bulgaristan'a giderken son solda, minik bir öğrenci şehri. Ortasından geçen sulama kanalı kurbağa ordusuna yurt olur, kanal boyunca uzanan otlukta yaz yazlaştıkça volümü arttıran gürültücü haşerat ise yeşilbaşlara lezzetli bir serenat olurdu. Öğrenciler mi? Onlar işte bildiğin öğrenci... Binevler'de çok öğrenci vardı, en az su kanalındaki sayısız haşerat kadar öğrenci, sabah dersine yetişmek için sokağa çıktıklarında t cetvelleri birbine çarpar, takada tukada ses çıkarırdı. Bu enteresan doğa olayı uzaktan bakıldığında bir tarikat yürüyüşünü andırıyordu: omuzlarında t cetvelleriyle, suratı asık bezmiş öğrenciler çarmıhını sırtlamış hz. İsa gibi akın akın okula gidiyordu.. Evler genelde 3-4 katlı, balkonların yanında bina boyunca uzanan tahta süsler tırmanmaya son derece müsait. Geceleri özellikle, zili çalıp bütün ev ahalisini uyandirmaktan çekinen öğrenciler buralardan tırmanarak balkondan eve girer. Öğrenciler arasında gece misafirliği, gitgeller çoktur. Sıkıntıdan kendilerini pis yedili, king gibi kağıt oyunlarına veren öğrenciler geceleri Binevler?i minik bir Las Vegas?a dönüştürür, zamanın çarkları çay, sigara ve kabak çekirdeği öğütürdü.

Soğuk bir temmuz akşamıydı, evet. Binevler'de balkonda tüneyen yüzlerce öğrenciden biri, Cemal... Mimarlık birinci sınıftaydı. İsminin çok sıradan olduğunu düşünürdü. Başlarken yöneteceğin karakter için isim girilmesini bekleyen bilgisayar oyunlarında olduğu gibi, isim girmezsen "player1" olur ya Cemal de öyle bir ad, nüfus kağıdının üzerinde matbaa çıkışı gelen bir isim. İnsanın anne babası biraz özenir be, dünyaya bir sefer geliyorsun. Neyse, en azından windows/temp/XrcvteQZ.exe gibi rastgele bir virüs ismine sahip olmadığına şükretti. Cemal'in yaşadığı evde bile kendi isminde 2 tane arkadaşı vardı. Karışıklık olmasın diye, daha okulun ilk ayında "Angut Cemal? ismine layık görülmüştü. İsmi gibi hayatının da sıradan olduğunu düşünürdü. Sıradan!

Sıradan mı?

Sıradan olduğunu düşünmek neyse de sıradan olduğunu hazmedememek çok tehlikelidir. Bu hazımsızlık sahibi insandan her türlü dengesizlik beklenebilir. Sıradanlığının farkında olan veya ne olduğu umurunda olmayan insanlar ise zararsız birer tavuktur. Barış, sağlık ve mutluluk içinde yaşamlarını tamamlarlar. Türküm! Doğruyum! Yasam küçükleri korumak, büyüklerimi saymak, varlığım...

Tam o sırada aşağıdan bir ıslık sesi:

-fiyuvvvv! hüooop Cemal! diye bağırdı aşağıdaki sesin sahibi, Berkantur, uzun bir tasviri haketmeyecek kadar aşağılık biriydi. Bildiğin puşt, züppe. Aklı fikri anlık eğlencelerde olan, baba parasıyla hayatını sürdürecek bir salon piçiydi. Sıradanlığı en hazmedemeyenlerden...

-Hangi Cemal?

-Angut Cemal!

-Ne be amuaogodumn? Doymadın mı kinge? Gel vereyim eline usul usul

-Ne kingi olm! Ragıp ağanın çiftliğine gidiyoz kiraz yemeğe! Torba kap gel!

(to be continued)

Çarşamba, Eylül 15

Konuralp'in Dumanlı Yolculuğu

ağustostu, orası kesin, ve fakat ağustos olmasına rağmen kıştan kalma bir gün yaşıyordu şehrin insanı. konuralp bu havada bu şehirde daha fazla duramacağına kendini en harbisinden inandırıp, istanbul'da yaşayan ablasının yanına gitmeye karar verdi. "ulan" dedi "karar verebilmek ne güzel şey, karar veremeyen, karar verebilecek durumda olmayan insanlar var" ve ardından üç nokta süresince düşündü.

ablasını aradı hemen, "gelebilir miyim, kalabilir miyim" diye sordu, ablası okey verdi, sevindirik oldu sesi bunun yanısıra, hoşuna gitti konuralp'in. sipariş almak için "buralardan ne getireyim sana ne istersin" sorusunu doğrulttu sonra, "oraların nesi meşhur" dedi ablası, "bi bakıp sonra seni ararım" deyip kapattı telefonu.

ilk minibüsle eve gitti, içi zıpır zupurdu, sanki çok afilli, gayet yerinde bir karar vermiş gibi hissediyordu, iyi olacaktı, iyi bir şeyler gelecekti başına sanırımdı. hem zaten aslında bir yandan da, yengeç burcu, merkür'ün terso etkisinden yeni kurtulduğundan bu kadar cevval hissediyordu kendini. kötünün kötüsü pozisyonlar bitmişti; çorbasından soluncan çıkması, yeni aldığı ayakkabılarının altının delinmesi, bir haftadır her gün denemesine rağmen balık tutamaması, nüfus cüzdanını kaybedip, belediye kayıplar amirliğine gittiğinde, camda nüfus cüzdanını görüp sevinmesinin ardından oradaki iki çocuğun "salağa bak lan nüfus cüzdanını kaybetmiş, haftanın salaklarını gelip burdan görebiliyorsun" diye konuştuklarını duyup hemen hızla tourettes sendromuna giriş yapması hep merkür'ün yüzündendi.

iyi gibi değil, basbayağı iyiydi, gitmek ona iyi gelecekti, oh gidiyordu be sonunda.

eşyalarını toparladı, gitarını, ara sıra bir şeyler karaladığı defterini, gameboy advance'ini yanına almayı unutmadı elbette ki. aslında annesi gitmesini pek istemiyordu konuralp'in, hani n'olur n'olmaz, damadı iyi bir adamdı ama konuralp'in kalmasından hoşlanmayacaktı belki, belki kavga çıkaracaktı, belki iki tane yumruk çakıp oturtacaktı ablasını, üç gün eve uğramayacak, sonra sülün gibi bir rus gacıyla basılıp gazetelere çıkacaktı. "manyaklığın lüzumu yok anne" dedi konuralp, "o zaman niye gidiyon" deyip ağlamaya başladı annesi, "hep kalbimi kırın, aman beni yerden yere vurun, herkese kızıp acısını benden çıkarın, gücünüz bana yetiyor" gibi, az biraz yüreği olan insanın yüreğini artı bonus olarak beynini kökünden bazukalayacak sözler söyleyerek. özür diledi konuralp, "annem" dedi, "bu şehir beni bozdu, darmadağın etti, bak hastalıklar edindim durduk yere, psikopat oldum, seni, dünyada herşeyden çok sevdiğim seni kırar, incitir oldum" deyip o da ağladı. "hadi ordan pislik" dedi annesi, "yav anne bak allasen" falan derken bunlar barıştılar, sarıldılar, annesi ikna oldu, apartmanın yakıt aidatından bir miktar eksiltip, konuralp'in cebine koydu zorla. "gitmeden iyice yesin de oralarda ne olur ne olmaz di mi" niyetiyle hemen yemek yapmaya girişti annesi. yumurtalı rosto yaptı, fasulye, pilav, barbunya pilaki, patates kızartması+köfte+ayran 1,5 derken saat 8 oldu kardeşim, otobüs kaçacak.

hemen hamhum şaralop yapıp yemekleri aceleyle yükünü aldı ve terminale uzadı konuralp. kılpayı yetişip bindi otobüse yerine oturdu "oohhhşşsss" diyerek rahatladı ve yerleşti koltuğuna. yanı da boştu, harika, 15 saatlik yolculuk başlamak üzereydi ve konuralp bir miktar heyecanlı, haddinden fazla rahat üstelik sesi çok güzel bir kardeşimizdi.

giderken giderken, çıkardı gameboy'unu oynamaya başladı. kendini evde sanıp sesi kısmayı unuttuğundan herkes işkillendi, ters ters baktı buna, oysa o kafasını oyundan kaldırmıyordu. hemen arka koltukta oturan 73 ya da 61 yaşlarında bir dede, "oğlum civcuv dbam zabum ütüleme kafamızı, kitar mı saz mı çalacaksan onu çal dinleyelim hep beraber" dedi, konuralp "afedersin amca, sesi kısıyorum ama gitarı otobüste çalsam olmaz ayıp olur, seven var sevmeyen var, şeyolmasın" derken, etraftan bir destek geldi kafayı yersin. herkes "çal, çal, çal gitarcı" diye bağırıp tempo tutuyordu. kendisine sevecen bakışlarla, sempatik gülüşlerle, popstaringu bir destekle yaklaşan bu ateşli kalabalığın isteğini kıramayan konuralp aldı gitarını ve konuşturdu.

merkür'ün etkisinden çıkmıştı ya namussuz, nasıl çalıyordu, öttürüyordu. iki parça çaldıktan sonra, herkes çılgınca alkışladı, hatta şoför de alkışlarken dönüp "tebrik ederim" demeye çalışınca, büyük bir kaza atlatmışlar, ipin ucundan dönmüşlerdi neredeyse. "tamam yeter, yoksa kaza yapacağız" deyip idare etmeye çalışsa da konuralp, yolcular, şoförün alkışlamaması ve arkasına dönmemesi, mola yerinde beğenilerini belirtmesi kaydıyla, konuralp'i tekrar çalmaya ikna ettiler.

"bu defa siz isteyin ben çalayım" dedi konuralp, biri pop istedi, öteki türkü, kimi arabesk istedi, diğeri dış kaynaklı hafif müzik, hepsini çaldı konuralp, bu ne hafıza, bu ne reperturar, o ne güzel ses, akordun ne güzel yavrum diyerek hayran oldu herkes. o sırada otobüs ilk molasını verdi, saat gece 11 gibi.

indiler otobüsten, tuvalete gitti, geldi, çay içmek için oturdu bir masaya, herkes selam verdi, gülümsedi, acayip mutlu oldu eşşek sıpası "sevilmek ne güzel şey ulağan" diye nârâ atmak istedi. sakinleşti sonra, çayından bir yudum alıp sigarasını yaktı. "oturabilir miyim?".. bu sesle irkildi konuralp, dalıp gittiği potansiyel istanbul maceralarından. kafasını kaldırdı ve o anda çarpıldı, sarsıldı, hörküldü, kızardı, foşardı ve zümbürtlendi. böyle bir güzellik görmemişti hiç, sımsıcak bakışlar, fındık gibi bir burun alev alev saçlar, of anam incecik bel, oy oy tarladan yeni gelmiş bol sulu rakılık kavun gibi göt be, beldne 15 santim geride duruyor alimallah, memeler mi taş, birbirine vur ateş çıkart, o dudaklar bülbüleşiyor konuştukça... pardon, ee ne diyordum. hah. bizimki "tabii, öyle, olur, belki" falan diyor ama kafa yerinde değil. o sırada "çok şekersin" sözüyle irkildi konuralp. "kesin bir salaklık yaptım, yoksa durduk yere şekersin demez bu kız milleti" diye düşündü ve kendine geldi.

"tişikkür iderim" diyerek üzerinde ekistıradan emanet duran bir ağızla cevap verdi konuralp. kasları gerildi, burun delikleri hızla açılıp kapandı, yoksa kadınlarda mı oluyordu bu, gözleri faltaşı gibi açılsın bunun, açıldı dolayısıyla. oradan buradan, şappır şuppur birbirlerini yiyerek şam'da kayısıya eşdeğer bir muhabbete giriştiler. kız hayran olmuştu konuralp'e mola bitti, otobüse bindiler ve zaten yanı boş olan konuralp'in hemen yanıcağızına oturdu kız. adı şey olsun bu kızın, eee, sevdübai. sevdübai ve konuralp kâh mır mır, kâh mıy mıy, mümkün mertebe harıl harıl birbirlerine sarıldılar, şakalaştılar, konuştular, bakıştılar. bütün otobüs sanki kendi çocuklarını evlendirmiş gibi mutlu ve tomruktu. az gittiler uz gittiler derken gece bilmemkaç tekrar mola verdi otobüs.

indiler tekrar, tuvalete gitmek için ayrıldılar, konuralp tuvaletten çıktığında, sevdübai elinde 2 şişe sodayla bekliyordu. "soda aldım, midemiz rahatlar di mi" dedi sevdübai, acayip hoşuna gitti konuralp'in düşünülmüş olmak. aceleyle yanarcasına dikti sodayı konuralp, bir dikişte içti, bağrı yandı, ağzı dili eğildi ama, bir dikişte içerek ne kadar memnun olduğunu gösterecekti aklı sıra. sevdübai ise, sodasıyla birlikte sigara içmek istiyordu. sigarasını çıkarmaya çalışırken soda şişesini elinden düşürdü, paramparça oldu tabii, üzüldü müzüldü. konuralp "tekrar alayım, alayım ben sana bi tane daha" falan dediyse de, istemedi sevdübai, "sana sarılayım yeter" dedi, sarıldı konuralp'e, birlikte otobüsün yıkanıp temizlenişini izlediler. anons geldi biraz sonra otobüse bindiler, yanyana sarılıp oturdular tekrar. üç beş kelâm ettmişlerdi ki, kısa bir suskunluk arasında konuralp, sevdübai'nin başına omzunu yaslayıp uykuya daldı. yüzündeki ifade çok sevimliydi konuralp'in.

uyandığında yanı boştu. koltuğun altına, ayakkabılarının içine, kendi koltuğuna baktı, sevdübai yoktu. arkasında oturan 64 yaşındaki amcaya sordu, "git pislik" diye cevap verdi amca. "n'ooldu amca ya ben ne yaptım" dedi konuralp "sus ahlâksız" cevabıyla sarsıldı. yandaki o eşsiz gülümseyen tek çocuklu aileye sordu "sevdübai'yi gördünüz mü" diye, kadın "allah belanı versin" derken, adam "yolculuğu zehir ettin, yuh sana hayvan" diye cevap verdi. muavini çağırıp sordu, "abi hayırdır gece ne oldu" dedi, "ulan sen ne öküz adammışsın, nerden aldık seni otobüse" diye cevap verdi. çıldıracaktı konuralp koltuğundan kalktı, sevdübai'nin yerine bakmaya gitti, oradaydı sevdübai, "sevdübai?" dedi, cevap yok, "sevdübai duymuyor musun beni" dedi, "yeterince duydum iğrenç pislik" diye cevap verdi sevdübai. "ne yaptım ben, neden bu güzelliği bozuyorsun" diye dişlerini sıkarak sordu, sevdübai'nin yanındaki teyze "ossuruklu" dedi konuralp'e, sonra arkadak birisi daha "hayvan gibi osuruyorsun" dedi, başka birisi daha "burnumuzun direği kırıldı senin yüzünden", "boğuluyorduk ulan pis osturuklu", ossuruk, osturuk, osuruh, herkes osuruktan bir şeyler söylüyordu. anlaşılan evde yediği, barbunya, fasulye, patates vesaire sodayla birleşince müthiş bir patlamaya sebebiyet vermişti. kıpkırmızı oldu konuralp. "hayır ben yapmadım" diyecek oldu ama şoför "ne yapmadın ulan osturuk kafa, al şu paranı in otobüsten" diyerek bilete verdiği parayı konuralp'e geri vererek, otobüsü sağa çekti ve konuralp'ten inmesini istedi. yolcular hep birden "helal kaptan" diye bağırıyorlar, kimi "oh temiz hava" diye kapılara yanaşıyordu. konuralp indi otobüsten, bir bolu girişinde, yokuşun başında, bir daha soda içmemeye yemin ederek yürümeye başladı. daha sonra hiç görülmedi konuralp, osuruklu konuralp.

işin özü: sodaya limon sıkınca gaz yapmıyormuş.

Pazartesi, Ağustos 9

Seni Düşünmek

Seni düşünmek güzel şey demiş şair
Seni düşünmek umutlu şey
Dünyanın en güzel sesinden demiş
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey

Fakat artık umut yetmiyor bana
Ben artık şarkı dinlemek değil
Şarkı söylemek istiyorum
Diyerek şiirini sonlandırmış şair.

Pazartesi, Ağustos 2

Merhaba Ben Hıdır, Elimden Gelen Budur

ChatWalk loglarından seçmeler.

1)
- Merhaba ben Polat. 30 yaşındayım, Samsunluyum.
- Selam, ben de Elif. İzmirliyim, esmerim, 1.72 boyundayım.
- Merhaba Elif, kaç yaşındasın peki?
- 22 yaşındayım. Peki sen esmer misin, kumral mı? Yoksa sarışın mı?
- Kumralım.
- Aaa öyle mi? Bense esmerim.
- Evet söylemiştin.
- Doğru ya, en başta söylemiştim.
- İzmirde havalar nasılmış?
- Sıcakmış oldukça.
- 22 yaşındayım demiştin değil mi?
- Evet, 22 yaşındayım.
- İzmirlisin, esmersin.
- Evet, ve adım Elif. 1.72 boyundayım.
- Ben de 30 yaşındayım işte, Samsunluyum.
- Evet ne güzel.
- Adım da Polat.
- Peki Polat, benim en çok hangi özelliğim dikkatini çekti?
- Açıkçası tek bir özelliğini söylersem diğerlerine haksızlık olur.
- Yani?
- İzmirli, esmer ve 1.72 boyunda olman bir bütün olarak dikkatimi çekti yani.
- Teşekkürler. Benimse en çok adının Polat olması ilgimi çekti.
- Dedemin adı.
- Ne bileyim, güzel bir isim Polat. Mesela Abdullah da olabilirdi ismin.
- Elif de güzel isim.
- Evet, alfabenin ilk harfi. Arap alfabesinin yani.
- Peki ne kadar esmersin? Çok mu, az mı? Yani bir Arap kadar esmer misin mesela?
- Hayır normal bir esmerim.
- Ben de normal bir kumralım.
- Zaten Polat ismine de kumrallık yakışır.
- E yani.
- Sarışın bir Polat düşünemiyorum mesela.
- Ah hah evet.
- Samsunun içinden misin?
- Evet, merkez.
- Demek 30 yaşındasın.
- Ya işte, öyle.
- Benden tam 8 yaş büyüksün.
- Evet, birçok insandan büyüğüm. Bazılarından da küçüğüm tabii. Mesela dedemden.
- Onun adı da Polat'dı değil mi? Gerçekten güzel isim. "Polat Dede" kulağa hoş geliyor.
- "Elif Nene" de keza öyle.
- Daha çok gencim ama. Senden 8 yaş gencim. 1.72 boyundayım.
- Ben de bir elliyim.
- Nasıl yani? Polat ismine göre oldukça kısaymışsın. Genetik mi?
- Hayır, genetik değil. Bir espri.
- Anlamadım. Neyse Polat sana mutluluklar dilerim. Keşke boyunu da söyleseydin en başta.
- Anlamanı beklemiyordum zaten. Boyum 1.90, Samsunluyum. Sana da mutluluklar.

2)
- Selam, ben Elif. İzmirli'yim, 22 yaşındayım, 1.72 boyundayım, dandik esprilerden hoşlanmayan bir karakterdeyim.
- Merhaba ben Abdullah, 80 kiloyum, uzun boyluyum.
- Memnun oldum Abdullah!
- Ben de memnun oldum.
- Mutluluklar Abdullah!
- Öyle olsun bakalım.

3)
- Alo. Ben Arzu, 20 yaşındayım, sarışınım, tenis oynarım.
- Merhaba ben Polat. Samsunlu'yum.
- Kaç yaşındasın peki?
- Dedemin adı da Polat. Bana da o yüzden koymuşlar. Polat güzel isim değil mi?
- Evet tabii. Memnun oldum Polat.
- Ben de.
- Mutluluklar Polat.
- Mutluluklar.

Perşembe, Temmuz 29

Uzaklarda Arama Çünkü Sen İçimdesin

Yatağımın sol tarafını duvara yaslamam bile günboyunca yaşadığım o tarifsiz sıkıntı ve herşeye sinirlilik halinin geçmesini sağlayamıyordu artık. Kendimi eksik, cahil, hatta cühela, kısacası öküz bir insan olarak hissediyor, bundan müthiş bir sıkıntı ve öfke duyuyordum. Çözemedeğim bulmacaları yırtıp atıyor, içinde bilmediğim kelimeler geçen cümleler kuran insanlara içimden ana avrat düz gidiyordum.

Çözüm arayışlarımın bir döneminde kendimden yaşca küçük insanlarla, net konuşmak gerekirse ilkokullu veletlerle, arkadaşlık kurmayı denedim. Nerede bir çocuk görsem hemen yakınlık kuruyor, "Kaç yaşındasın?", "Kaça gidiyorsun?", "Zayıf var mı?", "Kuş kalkıyor mu?", "Manitan var mı lan kerata?" gibi klasik sorulardan sonra; veletlere sorulan, beni de zamanında az sinir etmemiş basit zeka soruları soruyor, velet cevabı bilemeyip afallayınca mutlu oluyor, o salak sorunun cevabını velete en ince detayında anlatırken adeta kendimden geçiyordum. Ta ki o veletle, sorduğum soruların hepsini bilip ardından "Bu tür basit ve yıllardan beri sorulan soruları sorarak benimle birşeyler paylaştığını mı düşünüyorsun? Amacın beni eğlendirmek mi, yoksa aslında kendini mi tatmin etmek istiyorsun?" diyen o çokbilmiş piç kurusuyla karşılaştığım o boktan güne kadar epey işe yaradı bu.

Esra Ceyhan ve Savaş Abi'nin  programlarına telefon bağlantısı kurmayı denedim sonra. Bu da gayet güzel gidiyordu. Ortaya salak bir genelleme atıyor, ardımdan telefon açanların ve stüdyo konuklarının saatlerce bu salak genellemeyi tartışmasını izlerken tatminlerden tatminlere koşuyordum. (Bir keresinde gülmekten kendimi tutamayıp battaniyeyi ısırmıştım). Fakat bir müddet sonra sesim izleyiciler tarafından tanınmaya başladığı için -her ne kadar katılımımdan memnun olsalar da- beni programlarına almayı kestiler bu abi ve ablalar. Bu macera da böylece bitmiş oldu.

Bana en büyük tatminlerimi yaşatacak internet'i keşfettim sonra. Romantik bir kisve vermiştim kendime. O tartışma forumu senin, bu arkadaşlık sitesi benim geziyor, "Basur Nedir Nasıl Tedavi Edilir?" gibi başlıklara bile romantik yorumlar giriyordum. Ünüm o kadar artmıştı ki,  günde onlarca  kişiyle tanışıyor; hayat, aşk, yalnızlık vesaire üzerine saçma salak sözler söylüyor, bunların yüzde ellisini kendime hayran bırakıyordum. Arada bana küfür edenler, hakkımda uzun analiz yazıları yazanlar da çıkıyordu elbette, ama bunlar keyfimi ve ünümü arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. (Ahhah ha). İnternete bağlanmamı sağlayan şerefsiz ISP'nin, kızının ICQ loglarını inceleyen bir babaya açık adresimi vermesiyle boğazımda düğümlenen kahkahalarım bu müthiş günlerin de sona erdiğinin habercisi olmuştu.

Kendimden salak insanları bulmanın daha başka yollarını umutsuzca düşündüğüm günlerden bir gün aniden beynimde bir şimşek çaktı. Sorun kendimdeydi, o zaman çözümü başkalarında aramak anlamsızdı. Çünkü çözüm de kendimde olmalıydı. Evet ya, neden aklıma hiç gelmedi ki bu? Kendimi cahil cühela hissetmemin nedeni tamamen kendimdim...

Hemen kalkıp mobilyacılar çarşısına gittim, ortaboy, meşeden, güzel bir kütüphane alıp eve getirdim.  Evin en güzel köşesine zevkle kurdum. Kütüphanenin dibinde mışıl mışıl uyumuşum.

Ertesi gün büyük kitapçılardan birine gidip onlarca bilim, felsefe, edebiyat, tarih, sosyoloji ve şiir kitabı aldım. Kitapçıdakiler beni o kadar sevdiler ki bir de klasik romanlar serisi hediye ettiler (Paranın gözü körolsun). Yaklaşık iki saatimi kitapları kütüphanenin raflarına dizmeye ayırdım. Felsefe kitapları sağda, hemen yanında sosyoloji kitapları duruyor... Aynı kategoriye ait kitapları da boylarına göre dizmek lazım...

O kutlu günden beri çok mutluyum. Kendime güvenim tam. Aklıma geldikçe, gözüme çarptıkça elime bir kitap alıyor, sayfalarını şöyle bir çevirip kitabın ruhunu içime çekiyor, sonra yerine koyuyorum. Bu kitapların hepsi benim ve biliyorum ki birgün mutlaka hepsini okuyacağım. Yani okumasam bile istediğim an okuyabilme şansım var en azından değil mi? İstesem ben de o çokbilmiş arkadaşlarım gibi çokbilmiş olabilirim. Bir iki saatime bakar.

l'auteur a débranché

Kahverengi tonlu fotoğrafların albümlere özenle yerleştirildiği zamanlardı. bir çekirdek ailenin çekirdek gibi bir kız çocukları olmuştu henüz. onunla aynı zamanlarda, yakın bi yerlerde bir başka minik aileninse soy devam ettirmeye niyetlenilmiş erkek çocukları hayat tenefüsüne çıkmıştı annesinin karnından.(7 dakika)

Hızla geçerken günler ve arada bir ufolar görülürken ülkenin bazı köylerinde, her gece, her hikayeyle gökten sayılı ve sağlam üç elma düşüyordu birilerinin başına. bir adam sırf hikaye anlatarak, -satmak üzere- bir araba elma doldurabilmişti, oysa (1 ay) elmanın diyetlerde pek işe yaradığı o zamanlar bilinmediğinden, çok da fazla talibi olmuyordu elmaların.

Çekirdek ailenin güzel bir kız çocuğu semtin ilk okuluna tek başına gidip gelirken, minik ailenin utangaç erkek çocuğu annesinin elini tutarak okula getiriliyor, akşamları babası tarafından eve götürülüyordu. Aynı okulun ayrı sınıflarında aynı doğum tarihine sahip iki ayrı insan türünün yeni jenerasyonları, genellikle hemcinsleri ile arkadaşlık kelimesinin anlamını öğrenmeye başlamışlardı.

Çekirdek ailenin bir güzel kızı ilkokulun son sınıfında okul müsamerelerine katılarak fotoğraf arşivine başka kahverengi ve sosyal fotoğraflar bırakırken, soy devam ettirmek isteyen ailenin minik erkek çocuğu da kendi arkadaş grubuyla beraber japon kale maç ya da tıfıl uzun eşşek oynayabiliyordu. gökten elma atan kişi o sıralar eğlence olsun, hikaye anlatan adam sevinsin diye havuç, nar, karpuz, vb. meyveler atmaya başlamıştı, adamsa manav açmakta hiç gecikmemiş, dekorasyona para vermemişti.

ortaokul yıllarında manav hariç aynı sınıfa düşen potansiyel hikaye kahramanları aynı kümede yer almakla kalmamış, birbirlerinin evlerine gidip gelmişlerdi. beraber ders çalışmışlardı, oyun oynamış, fıkra anlatmış, balıklara yem vermiş, kütüphaneye gidip çizgiroman okumuşlardı. (27 gün)

göğüsleri yeni yeni büyümeye başlayan ailenin çekirdeği güzel kız takdir alarak ortaokuldan mezun olurken, göğüsleri asla büyümeyecek olan minik ailenin soy devam ettirme misyonu taşıyan erkek çocuğu, teşekkür belgesini 2 puanla kaçırmıştı. siyah ve beyazın bir çok tonunu içinde barındıran fotoğraflarla mezun olmuşlar, karnelerle kişileştirilmişlerdi.

Çekirdek ailenin reisi konumundaki babası yaz tatilinde, kızını götürdüğü denizde boğulup ölünce, tamamen bir odaya kapanan çekirdek ailesiz eski sosyal, güzel kız neredeyse annesinden  başkasıyla konuşmaz olmuş, soy devam ettirme yanlısı ailenin artık minik olmayan oğulları ise okulu bırakıp artık yaşlanan babasının yerine kasapta çalışmaya başlamış, amaçsız büyümüş bir delikanlıydı o sıralarda. (34 gün) manavsa, anlattığı bi hikaye sonrası kafasına avakado düşmesi sonucu artık bir hikaye olmuştu.

genç ve soy devam ettirmek amaçlı kasap, daha çok dergi, kitap, ansiklopedi gibi kültür amaçlı yayınlara para harcarken, pek de parası olmayan eski çekirdek ailenin güzel ve biricik kızı da, herhangi bir gereklilikle evden çıktığında bile, yerde bulduğu bir kağıt parçasını okumadan geçmez olmuştu.

bu dışarı çıkışlar sırasında çekirdeğinin tek kabuğunu kaybetmiş ailenin bir güzel kızını beğenen mahalle efradı kıza "iki dirhem bir çekirdek" tanımlamasını çoktan yapıştırmışlar, sırayla istemeye gitmek için kura bile çekmişlerdi. iki dirhem kızsa hiç bir çekirdek ailenin teklifini kabul etmemiş, evlenmemek fikrinden dönmeyeceğini annesine kısa fakat ucunca açıklamıştı. (17 dakika)

ve bu olası hikayenin geleneksel muhteviyatı içinde karşılaşmaları şarttı elbette. iki dirhem bir çekirdek kız akşam yemeği için yağsız kıyma almak amacıyla girdiği kasapta bir zamanlar geniş zaman içlerinde beraber olduğu, artık eskisi kadar kuzu görünmeyen arkadaşını tanımakta gecikmemiş, soy devam ettirmek için dünyada var olan taze kasapsa, araya giren münferit ayrılığa lanet edercesine bir yakınlaşmak ihtiyacı hissetmiş; (19 dakika) fakat yağlı elleri, önlüğü, yüzü ötesinde, eski iki dirhem kızın artık eskisi gibi güleryüzlü olmadığını, hatta bıkmış, yorulmuş, terkedilmiş hissettiğini anlamış ve bundan dolayı uzak durmayı yeğlemişti. kuğuları öldüren bir kaç dakika sessizlik tahta geçerken, diğer tüm kardeş alternatiflerini boğdurtmuş, olay mahallindeki iki tesadüf insanın gözlerinde "beraberlik yılları", isimli anı filmi, sessizliğin makinist olmasıyla tekrar vizyona girmiş, yüzlerdeki şaşkın ifade de, yüzü çoktan gevşek ve sevecen ifadelerin oturması için terketmişti. (4 sene)

en nüfuzlu müşterilere ve daha öncelikli olarak aile efradına takdim edilmek üzere zulalanmış yağsız kıymalardan (11 dakika), renk ve ton olarak da belli bir çekiciliği bulunan bir miktarını eli ayağı birbirine dolanarak kenara ayırmaya çalışan baba ocağının bir sonraki müstakbel tüttürücüsü, (57 dakika) ardı sıra tezgahın üstündeki raflardan özel ambalaj kağıdı almaya çalışırken, destek almak için ayağını bastığı et çekme makinasının aniden kaptığı, amcasının "yiğide bu yakışır" diyerek hediye ettiği halis muhlis Çarşamba işi yumurta topuk pabuçlarından birinin çıkardığı sesle irkildi ve titreyerek raflardan aklını başına alıp, tekrar yeryüzüne indi. iki dirhem ve hatta bir çekirdek kadar doyulmaz kız, uzun zamandır ilk defa başını yerden kaldırıp gülümserken, sakar kasap yüreğinin kısadevre yaptığına dair "zöt, zötürt" diye sesler geldiğini farkedip, yıllardır başına gelen en güzel şeyi, illa ki ilahi bir peri gülümsemesini japon çizgi filmi gözleriyle izliyordu, gözbebekleri titriyor, elleri titriyor, ağzı gülüp gülmemek arasındayken bir sinüs dalgasına dönüşüyor, yüreği zaten kısadevre, çocuk helak oluyordu. bunu farkeden ikiden dirhem tek çekirdek kız, (14 dakika) kasap olarak görmekle şaşırdığı eski arkadaşının, kendisi karşısındaki bu heyecandan çok helecanlı, şaşırmışdan çok sapıtmış haline bakıp bakıp, she-ra'nın güç toplaması gibi faili aşikar bir enerjiyle doluyordu sanki. tam olarak öyle değil ama, sanki işte... hemen tezgahın üzerinde duran bardağa, yine tezgahın üzerinde duran belli ki sırf bunun için konulmuş sürahiden biraz su doldurup, suyu halen rezonans halinde olan yürekten breakdans'çı kasap, eski arkadaşının yüzüne fırlattı.

suratına suyu yediğinde, irkilip kendine gelen soydan kasap, irkilip kendine gelene kadar, yağsız bir çekirdek kadar düzgün fizikli kızın dükkana girişinden şu anda bulunduğu ana kadar olanları gayet ağır çekimde gözlerinin önünden geçirdi, yetmedi bir daha, olmadı bir daha (3 saat) ve özür dileyerek derin bir nefes aldı. sonra ikisi de güldüler birbirlerine bakıp, ikisi de ikisinin de kafasında, biraz cızırtılı bir sesle, emel sayın'dan "gülmek sana yakışıyor" şarkısı  terennüm ediliyordu. (3 gün)

kasapoğlu kasap, içinde bulunduğu bu garip duyguların yabancılığına yenilip ani bir telaşla hemen eti hazırladı, bu arada hatırladı ki, eskiden çizgi-roman bile okuyorlardı beraber. daha sabah dükkana gelirken aldığı tarkan cildinin ortasına bir kağıt serip, eti tarkan cildine sardı, buna bayağı uğraştı ama becerdi. eti poşete koyup uzattı hayallerine doğru, hayalleri eti aldı ve o da parasını uzattı, kendini mutlu hatırladığı geçmişine doğru. (1,5 saat) geçmiş parayı almadı, hayalleri üsteledi, hayallerin yaptığı yemekten geçmişine de bir tabak getirmesi biçiminde bir anlaşma yaptılar. kız genelde eti annesinin marketten aldığını, çok fazla dışarı çıkmadığını anlattı, oğlan zaten bir buçuk haftadır dükkana bakmaya başladığını, ondan evvel kendisinin de pek dışarı çıkmadığını belirterek aslında şimdi belki biraz daha sık sık karşılaşabileceklerini söylemiş oldu alttan alta.

kız sadece gülümseyen gözleriyle bu görüşmenin kendisinde yarattığı duygulara dair söylemesi gereken her şeyi ve söylemesine gerek olmayan şeyleri bile söyleyip dükkandan ayrılırken, kasap şaşkın bakışlarında kilitlenip kalmış gözbebeklerini zar gibi sallayıp, kısa metrajlı film izlemişçesine herkülerek tek dirhem yek çekirdek kıza beklemesini söyledi. duralayınca kız, hemen koşupverip, sabahtan atatürk meydanı'ndaki bir çingeden alıp, özenle vitrindeki kuzuların kıçlarına yerleştirdiği karanfilleri topladı ve demet yaparak kızın eline tutuşturdu. (2 saat)
...
sonra bunlar evlenmiş işte. habire vuruşmuşlar, sokmuş çıkarmışlar, absorbe etmişler sabah akşam.
...

bir şey yazmaya kalkıyorsun beşşüzbin kere bölünüyor, insanda istek, arzu, kafa kalmıyor işin aslı. e, işe de gelmek zorundayız. skeyim böyle işin ıstırabını o zaman ben. ne de güzel olacaktı bitseydi... bi avakodo da benim kafama düşse de, bitse şu çile be.
 
ha, o süreler ney, belli işte, bunu yazmaya başladıktan sonra, araya ne kadar "ara" girdi, onun süreleri. yuh tabii. yuh. 

Pazar, Temmuz 25

Bıkkınç Sorular Kafe'si

"Oynadığınız Karakterle Benzer Noktalarınız Var Mı?"

Sinema ve dizi oyuncularına sık sık sorulan sorulardan birisi de budur. Aslında tek bir soruyla hem kişinin canlandırdığı karakteri ne kadar anladığını hem de kendisini ne kadar tanıdığını öğrenebilmeye imkan tanıması açısından gayet güzel ama yıllardan beri sürekli sorulduğundan değerini kaybetmiş gözüküyor. Genelde geçiştirici cevaplar verilir. Ya da çok önemsiz ve sıkıcı detaylardan bahsederler. Şunlar da olabilir:

- Oynadığınız karakterle benzer noktalarınız var mı?
- Elbette, önce insanız.

- Oynadığınız karakterle benzeşiyor musunuz?
- Mesleklerimiz dışında çok benziyoruz aslında, ahhah ha.
(Aktrist burada ben fahişe değilim, ama ruhum fahişe demeye getiriyor)

- Oynadığınız karakterle benzer noktalarınız bulunuyor mu?
- Sanmıyorum. Ben onu canlandırıyorum, o beni öldürüyor.
(İflahım gevriyor, yüreğimi söküyor bu iş manasına. Daha fazla para istiyor da olabilir tabii.)

- Peki oynadığınız karaktere gelelim, benzer noktalarınız var mı?
- Hiç yok.
(Her kalıba girerim, şahane bir oyuncuyum mu diyorsun yani?)

- Canlandırdığın karakter sana benziyor mu Kont?
- Hav
(Evet)

- Oynadığınız karakterde kendinizden bir şeyler buluyor musunuz?
- Kendimi oynuyorum ya zaten. As himself olarak yani.
- Ay pardon, geçen röportajdan karışmış.

- Oynadığınız karakter size benziyor mu?
- Ben oynamam, yaşarım.
- Diyelim ki ölmüş bir adamı canlandırıyorsunuz.
- Ölümü yaşarım.
- Sevişme sahnelerinde de gerçekten sevişiyorsunuz o zaman.
- Sevişmeyi de yaşarım.
- Eşiniz ne diyor bu duruma?
- Eşime bunlardan bahsetmiyorum haliyle.
- Fakat bu röportaj haftaya yayımlanacak biliyorsunuz.
- Bak bu kötü oldu o zaman.
- Sanırım bir ayrılık yaşayacaksınız.
- Sanırım.

- Oynadığınız karakterle kendinizi karşılaştırdınız mı hiç, benziyor musunuz yani?
- Profilden evet.
(Komiğim)

Çarşamba, Temmuz 14

Aya Baktım Seni Gördüm, Sana Baktım Ayı Gördüm

Hemen hemen bütün kaleciler, kalelerinin çok fazla yukarısından dışarıya çıkan toplara bile -şöyle hafifçe de olsa- zıplarlar. Bu davranışın, "Ulan ya aniden gökten yere doğru bir rüzgar çıkarsa, ya 30 metre yukarıdaki top aniden rotasını değiştirme kararı alıp kaleye doğru gelmeye başlarsa" türü paranoyak kaygılardan kaynaklanmadığı çok açık. Bilinçsizce yapılıyor sanırım ve nedenini anlamak çok kolay değil gerçekten. "Farkettim, kaleye şut çektin. Ama ben buradayım. Burada ve görevimin başındayım. Kalemin yılmaz bekçisiyim. Anlı şanlı file koruyucusuyum ben." gibi bir anlama geliyordur belki. Belki de değildir. Belki de kalecilerin ustalarından görerek sürdürdürdüğü bir davranıştır. Kaleciliğin şanındandır.

Bu enteresan durumdan benim için daha da enteresan olan şey ise, yıllardan beri belki binlerce maç seyretmiş ve bu davranışa yüzlerce kez şahit olmuş olmama rağmen bu davranışın varlığını ancak "Winning Eleven" adlı futbol oyununu oynamaya başladığım günlerde, oyun içerisindeki kalecinin kalenin 30 metre (150 pixel) üzerinden giden topa zıplamasına şahit olmamla farkedebilmem. Canlı ve kanlı insanların bir huyunu, ancak 0 ve 1'lerden oluşmuş simule bir kalecinin bu huyu simule ettiği anda görebilmem. "Tabbi ya, kaleciler gerçekten de hep bu hareketi yaparlar lan, nasıl da farkedememişim yıllardır" demem. Ben bunları düşünürken golü yemem, maçın uzatmalara gitmesi, uzatmalarda gol olmayınca penaltılara kalması.. Neyse.

Buna benzer hassikiğğrr durumları en çok çizgifilm seyrederken başımıza geliyor herhalde. Çizgifilmdeki kedi köpeklerin değişik hareketlerini gördüğümüzde mesela, ulan diyoruz, köpekler gerçekten de kuyruklarını böyle sallarlar. Normal kedi köpeklerin rol aldığı filmlerde ise bu tür ayrıntılar aynen gerçek hayatta olduğu gibi gözümüzden kaçıyor.

Gerçeğe çok yakın, normal bir filmden güçlükle ayırdedilebilecek görüntüler içeren çizgifilmler yapmak da bu yüzden garip işte. Klasik çizgifilmin altın yumurtlayan bu soyutlama tavuğunu kesip atmak gibi bir şey. Sanatın ve teknolojinin sınırlarını zorlamak takdire şayan ama ortaya çıkan eserleri seyrederken "vay be adamlar nasıl yapmış lan, gerçek kibin" demekten öteye gidemiyor, bir müddet sonra sıkılıyoruz hatta.

Özetlemek gerekirse, insanoğlu herşeyden sıkılıyor arkadaş. Altımızdaki araçlarla galaksiler arasında fink atarken bile sıkılacağız lan.

Cumartesi, Temmuz 10

Roman Denemeleri

1)
Katil kapıcıydı. 17 numarada yalnız yaşayan yaşlı kadını evinde bir hazine sakladığını düşündüğü için öldürmüştü. Fakat kadının her Pazar saksılarının içine gömdüğü ve bu gömmelerden birine tesadüfen şahitlik yapmış kapıcının altın sandığı şey sandoz tabletlerinden başka birşey değildi. Zavallı kadın çiçek sevgisinin kurbanı olmuştu. Kadını bu iş için aldığı susturuculu tabancasıyla vurduktan sonra bütün saksıları tek tek boşaltan kapıcının sinirleri saksı toprağın içinden çıkan her sandoz tabletini gördüğünde giderek geriliyordu. "Burada olmalı, biliyorum mutlaka bir saksıda çıkacak, bunda değilse diğerinde" diye söylenen kapıcının titreyen sesi, 98nci saksıdan çıkan yarısı erimiş sandoz tabletini eline aldığında ağlamaya dönüşmüştü. Kapıcı kontrolünü kaybetmiş, ellerinde sandoz tabletleri hüngür hüngür ağlıyordu. Ağlamaları duyan apartman yöneticisi geldiğinde bütün olanları hıçkıra hıçkıra anlatmıştı.

Apartman yöneticisi bana telefonda bunları anlattıktan sonra olay yerine ulaşmam fazla zamanımı almadı. Kadının cansız bedeni yerde yatıyor, kapıcı ağlamaya devam ediyor, susturuculu tabanca da bir kenarda duruyordu. Çok can sıkıcı bir görevdi. Ortalıkta çözecek hiçbir şey yoktu. Formalite icabı kurşunu aramaya koyuldum (kadının vücudunda değildi, kalbinden girmiş ve dışarıya çıkmıştı). Şu masanın oralara bir yerlere saplanmış olmalıydı. Hayır, o bölgede kurşun yoktu. Apartman sakinleriyle birlikte odanın her yerini aramıştık ama kurşun hiçbir yerde yoktu. Sanki yer yarılmış içine girmişti. Neredeydi bu kurşun? Çiçek sevgisinin kurbanı olmuş bu yaşlı kadının kalbini, para hırsının kurbanı bir adamın silahından çıkarak delip geçen bu lanet kurşun neredeydi? Ebenin şeyine bakmış mıydın peki? Ulan dangol herif böyle roman mı olur lan, artist, susturuculu tabancanın bir markası yok mu hem, niye söylemiyorsun, araştırmaya üşendin di mi pezevenk. Sandoz tabletleri girsin bir tarafına. Ay sinirlerim bozuldu.


2)
Gemimiz parçalanmıştı. Ben ve 10 sene sonra bir sabah bizi bu ıssız adadan kurtaracak gemide resmi olarak evlenip ardından sonsuza kadar mutlu bir hayat süreceğim Ketrın hariç herkes ölmüştü. Ketrın'la neler yaşamamıştık ki bu zaman zarfında. Anlatmakla bitmez. Ketrın ilk başlarda biraz asabiydi. O zamanlar hep kavga ederdik, ama gün geldi gülüştük, gün geldi ağlaştık, gün geldik.. Hay gününe sıçayım senin, zaman zarfına osurayım.

Salı, Temmuz 6

Ayaktakiler, Oturanlar

Çağımızın birçok bilimadamı insanların çok eskiden şimdiki gibi iki ayak üstünde yürümediklerini ve ayağa kalkışın bugünkü insanoğlunun oluşumunda önemli bir dönüm noktası olduğunu "evrim teorisi" adı verilen bir teori çerçevesinde beyan ediyor. Peki bu değişikliğe insanoğlu nasıl bir tepki göstermiş? Milyonlarca yıldan sonra ayağa kalkmak kolay olmuş mu? Ayağa kalkmadan geçen milyonlarca yılda edinilen kültürün yok olması mümkün mü? Özet olarak, ayağa kalkmaya ayak uydurabildik mi? İşte yine bir yığın cevaplanmamış soru bizleri bekliyor.

Gelin bu soruların cevabını kültürümüzün aynaları olan halk deyişlerimiz ve günlük cümlelerimizde arayalım.

Akılsız başın cezasını ayaklar çeker
Bu atasözünden "Akıllı kişiler ayaklarını fazla kullanmak zorunda kalmazlar" anlamı çıkıyor. Yani yürümek aptallık olarak addedilmiş. Enteresan.

Hazır ayağa kalkmışken
Bu da hep beraber oturulan bir topluluk içersinde birisi ayağa kalktığında ona belki de saatlerdir yapmayı beklettiği işi buyuranın sözüdür. Ayağa kalkmanın çok meşakkatli bir iş olduğu, bir topluluk içerisinde ayağa kalkan kişi sayısını minimumda tutmanın o topluluğun enerjisini efektif kullanmanın bir gereği olduğu anlatılmak istenmiş.

Ayakta koyduk
Oturan kişiler ayakta kalanlarla bu şekilde terbiyesizce dalga geçerler. Ayaktaki kişinin, "Medeni insan ayağa kalkmış insandır; sizi ilkel yaratıklar." tarzındaki çıkışlarının oturanlar üzerindeki etkisi sıfırdır. (Hatta gülüşmeler daha fazla artmıştı.)

Ayaklanma
Başkaldırma, isyan etme gibi anlamları karşılamak için bu kelimenin seçilmiş olması ayaklanmaya karşı duyulan tepkinin bir başka göstergesidir. Bir yerde bir ayaklanma var ise onun bastırılması gerekir. insanoğlu ayaktayken tehlikeli, otururken melektir.

Ayak yapıyor yavşak
Birisinin hileci hurdacı olduğunu ifade etmek isteyen halkımızın kullandığı bu tabir, seviyesiz üslûbuna karşın ayak konusundaki görüşlerimizi özetlemesi bakımından değerli.

"Annemle oturuyorum", "20 senedir burada oturuyoruz"
Oturmayı "yaşamak" olarak algılamışız. Tersten bakarsak ayakta durmak ölüm. Ayrıca evlerde "oturma odası" adında bir oda olmasına rağmen, "yürüme odası", "zıplama odası" gibi odaların olmadığını hatırlatırım.

"İşleri bi oturtayım, söz"
Tabii tabii.. (Şey.. pardon!) Bu cümleden de oturma'nın "hale yola koymak" anlamına geldiğini anlıyoruz.

Bütün bu veriler mantık süzgecinden geçirildiğinde oturmanın "huzur", "rahatlık", "sakinlik" gibi anlamlar taşıdığını, insanoğlunun ancak daha huzurlu, daha sakin ve daha rahat oturabilmek uğruna ayağa kalktığını söyleyebiliriz. Şimdi asıl soruyu soralım o zaman: Peki değdi mi?..

Bu soru sanırım uzunca bir süre daha cevapsız kalacak. En iyisi şu halk manisine kulak vererek bitirelim:

Pınar başı pıtırak
Gel beraber oturak
Bir sen söyle bir de ben
Bu sevdadan kurtulak

Pazar, Temmuz 4

Mr Megabyte

Mr. Megabyte, herhangi bir hd'deki 300 mb'lık bir bölümün ta kendisidir diyelim. peki işlemciyle aralarında nasıl bir muhabbet döner acaba?

Mr. Megabyte: hüooop alooo, yavaş.
Celeron 1000: noluyor lan?
Mr. Megabyte: nağpıyorsun oğlum sen?
Celeron 1000: data basıyorum.
Mr. Megabyte: kime sordun, uyuyor muyuz, müsait miyiz, dolu muyuz boş muyuz, bostana mı giriyon lan artis.
Celeron 1000: Sen bi değiştin birader, eskiden böyle huyların yoktu.
Mr. Megabyte: bundan sonra böyle oğlum. sorgusuz sualsiz dalmak yok.
Celeron 1000: öyle olsun...


Celeron 1000: Mr. Megabyte, birader müsait misin?
Mr. Megabyte: Abi hayırdır?
Celeron 1000: Yav taze data geldi, birazını sana bırakacağım.
Mr. Megabyte: oğlum bende fazla yer kalmadı, bir de dağınık yerleştiriyorsun, utanıyoruz misafire karşı.
Celeron 1000: ne misafiri lan?
Mr. Megabyte: yengen kızıyor oğlum bu ne dağınıklık diye
Celeron 1000: anlaşıldı şimdi senin geçen günkü artisliğin, karı buldun götün kalktı senin
Mr. Megabyte: yavaş ol lan öküz. almıyorum data mata sen akıllanana kadar.

Celeron 1000: paşa, aloo, bi cevap ver.
Mr. Megabyte: özür dile.
Celeron 1000: yaptık bi yanlış kusura bakma. tek başına yaşamaktan unuttum bu gönül işlerini.
Mr. Megabyte: senin durumun da zor.
Celeron 1000: bana biraz yer lâzım, 3-5 megabyte.
Mr. Megabyte: koy şöyle arkaya doğru, neymiş ne varmış içinde?
Celeron 1000: sana yarar bir şey değil...
Mr. Megabyte: ne biliyon?
Celeron 1000: herifin kelebekler vadisinde çekindiği fotoğraflar.
Mr. Megabyte: geziyor dürzü.
Celeron 1000: geziyor.
Mr. Megabyte: neyse koy şöyle sktiret.

Celeron 1000: hacı, evden çık.
Mr. Megabyte: n'oluyor lan, bismillah.
Celeron 1000: defrag var.
Mr. Megabyte: oğlum götürdüğün data'yı geri getirmiyon, müsade etmem ben.
Celeron 1000: yav emir büyük yerden, kendi keyfime mi yapıyorum.
Mr. Megabyte: bak niki taylır vidyosu vardı bi tane, bi de ron jeremy'iynen sylvia benedict'in bi filminden klip vardı o ikisi dursun.
Celeron 1000: duramaz oğlum, taşımam lâzım.
Mr. Megabyte: geri getir o zaman.
Celeron 1000: hem diyon gönlümün sahibi var, hem diyon porno...
Mr. Megabyte: o iş başka oğlum, bu bi merak, ilgi, pul koleksiyonu gibi bir şey.
Celeron 1000: oğlum çıksana evden, alır götürürüm seni de,
Mr. Megabyte: tamam çıkıyorum, ama yeni böyle güzel bir şey gelirse, bana sözün olsun.
Celeron 1000: bakarız.

Celeron 1000: megabyte, oğlum boş yer var mı?
Mr. Megabyte: 200 mb. falan var.
Celeron 1000: tamam sağol.
Mr. Megabyte: bu kadar mı, bu neydi lan şimdi?
Celeron 1000: yok bi şey, sayım yapıyorum.

Bir Ses: abi meraba, güzel exe falan var mı, böyle çok kullanılan?
Mr. Megabyte: sen kimsin lan?
aynı ses: Celeron abi gönderdi beni, bi sor gel dedi, ismi lâzımmış.
Celeron 1000: kernel32.exe bende, daha ne olsun.
o ses: şimdi sktim belanızı.
Mr. Megabyte: ney?
yabancı ses: yok bir şey abi. bi çek etmem lâzım, yeri nere?
Mr. Megabyte: gel gösteriym gel.
...
Mr Megabyte: o ney lan sen kimsin:
garip şey: ebenin damıyım. çekil ulan kenara ibiş.
Mr. Megabyte: vay başım.

Celeron 1000: lan Megabyte, çık lan dışarı.
Mr. Megabyte: ne var lan terbiyesiz
Celeron 1000: virüs bulaştırmışsın lan kernel'e.
Mr. Megabyte: sen göndermişsin.
Celeron 1000: lan tanımadığın şeyi niye alıyorsun içeri. böyle mi bakılır emanete?
Mr. Megabyte: yaratık geldi oğlum, ödüm bokuma karıştı, vurdu devirdi beni.
Celeron 1000: daha sana spesiyal data yok oğlum.
Mr. Megabyte: çok umrumdaydı.

Celeron 1000: megabyte, oğlum, dün sana data bıraktıydım, onlar nerde?
Mr. Megabyte: total komandır'nan geldiniz sildiniz ya oğlum.
Celeron 1000: hah. tamam şimdi hatırladım. yav aynı anda 5-10 iş birden yaptırıyorlar, kafa mafa kalmadı afedersin.
Mr. Megabyte: bak kendine biraz, salma böyle.
Celeron 1000: sağol.

Celeron 1000: megabyyyyteee, oğlum kapatıyoruz.
Mr. Megabyte: ne lan böyle ansızın, pdf okuyordum.
Celeron 1000: acelem var, sonra anlatırım.

yok yav olmadı. başta iyi bi karakter gibiydi Mr. Megabyte ama çok acıktım, konsantre olamadım. araya da bangbus falan girdi, iyice dağıldı kafa. varsın olsun.

Hayat Suyu

Hayat çok acımasızdı. Alışmıştım. Şaşı da baksam düz de baksam şaşırtamıyordu artık beni. Son bir senedir başıma gelmedik kalmamış gibi şimdi de kız arkadaşım su kaynatmaya başlamıştı. Gayet olağan tabii. O da bu hayatın bir parçası. Görev icabı böyle davranıyor.

Merdivenleri birer birer çıkıyor, yatağıma adım adım yaklaşıyordum. Şu hayatın en güzel yanı yüzünü güzelce yıkadıktan sonra bir güzel uyumak sanırım.

İşte evimdeyim. Benim değil aslında kiralık. Çok eşya da kalmadı. Televizyonu, bilgisayarı, radyoyu, pikabı her şeyi attım. Kanepe, yorgan, perdeler, telefon ve iki üç kap kacaktan başka bir şey kalmadı. Bir de çalar saat, anasını sattığımın çalar saati.

Alelacele pijamalarımı giydim, yüzümü yıkamaya daha yeni başlamıştım ki telefon çalmaya başladı. O arıyordu. En son kavgamızın nedeni geçen hafta telefonu biraz geç açmam olduğundan bu sefer de geç açmak olmazdı. O gün de tam yüzümü yıkarken aramıştı. Suyun en güzel yerinde. Öyle şuursuzca koşuşturmaya başlamışım ki, kafamı kapıya vurdum. Üç defa çalmıştı, dördüncü çalışın ortasında yetiştim.

Alo.

Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Hiç aralık vermeden sürekli bir şeyler söylüyordu. Gözlerimi açık tutacak gücüm de kalmamıştı artık. Söyledikleri arasından "sürekli", "ama sen", "artık" gibi bir kaç kelimeyi ayırdedebiliyordum ama bunlar bir cümle oluşturmaya yetmiyordu..

Baş ağrısıyla uyandım. Kafamda bir şişik oluşmuştu. Kanepeden kalkmamla birlikte yere düşen telefon hatırlamamı sağladı dünü ve dünkü konuşmamızı. "Kafam şişti sözü sadece bir deyim değil miydi ya?", "İnsanlar hiç konuşamadan hep dinleyince kafaları gerçekten böyle şişiyor muydu?" gibi düşüncelerle boğuşurken, banyodan gelen su sesi imdadıma yetişti. Tabii ya, telefon çalınca aceleyle suyu açık unutup çıkmıştım, kafamı çarpmıştım banyo kapısına, kafam ondan şişmişti. Kafamı kapıya çarpmış olmama bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi. Epey de acıyordu.

Banyoya gittim. Şırıl şırıl su sesi acımı bile unutturacak güzellikteydi. Ayna kafamın tahmin ettiğim kadar şişmemiş olduğunu söyledi sağolsun. Yüzümü yıkamak üzere eğilmemle geriye doğru sıçramam bir oldu. Kafamı yeniden kapıya çarptım. Lavaboda çırpınıp duran bir balık vardı. İlk şoku atlattıktan sonra tekrar banyoya girdim. Evet, bir balık vardı orda, hala canlı. Hemen yatak odasına gittim. O mu gelmişti yoksa? Ve bu ne biçim bir şaka? Hayır, kimse yoktu.

Evi öylece bırakıp işe gittim. Döndüğümde balık hala orada duruyordu. Artık kıpırdamıyordu da. Parmağımın ucuyla dokunduğumda da tepki vermedi. Olanlar çok garipti ama balığın tadı oldukça güzeldi. Yüzümü yıkadıktan sonra bu sefer bilerek açık bıraktım musluğu. Su sesiyle uyumak da çok güzelmiş gerçekten.

Sabah çalar saat çalar çalmaz banyoya koştum. Ah hah ha. İşte bir balık daha. Bu akşam da bunu yerim.

Bu durum yaklaşık bir ay sürdü. Bir ay boyunca her sabah leziz kefaller, levrekler, lüferler ve çipuralarla karşıladı beni lavabo. Ta ki o sabaha kadar.

Bakalım bu gün menüde ne var heyecanıyla lavaboya gittiğim o sabah gördüğüm şey ilk gördüğüm balık kadar olmasa da beni şaşırtmayı başarmıştı. Lavaboda bir şişe duruyordu. Üzerinde hiçbir etiket yoktu ama sanırım 70lik bir yeni rakı şişesiydi. Nerden çıktı ki şimdi bu? Şişeyi incelemek için elime aldığımda içerisinde bir kağıt olduğunu farkettim. Yuvarlanarak rulo haline getirilmiş bir kağıt öylece duruyordu şişede. Vakit geçirmeden şişenin kapağını açtım. Titreyen ellerimin çıkartmaya çalıştığım kağıda zarar vermemesi için gösterdiğim özen vakit geçmesine neden oluyor, vakit geçtikçe heyecanım daha da artıyor, ellerim daha fazla titriyordu. Ve sonunda çıkartmıştım işte. Kağıdı açmaya başladığımda kalp atışlarımı duyabiliyordum. El yazısıyla yazılmış bir not bekliyordum ama öyle değildi. Yazıcıdan çıkmış bir şeydi bu. "Çapanoğlu Balıkçılık" yazıyordu, altında "www.capanoglu.mus". Haziran Kullanım Faturası, 15 kefal, Yasal Kesintiler, KDV, 10 lüfer, 97.234.300, Gelecek Aya Devreden -34.300, Anlaşmalı Bankalar.. Daha fazla okuyamadım..

Lavaboyu söktürdüğüm için yüzümü küvetin musluğundan yıkıyorum artık. Biraz zor oluyor. Kız arkadaşım o son konuşmadan beri aramıyor. Belki de aramıştır.

Cumartesi, Temmuz 3

Çaktırmadan Yürüyen Merdiven

- Kaya'yı öldürmüşler oğlum.
- hadi lan. yerli kaya yerinde durur.
- vallaha lan tecavüz edip öldürmüşler.
- psikopat mısın lan sen?
- ölmüş oğlum adam.
- hasktir. yuh ulan.

yuh tabii. ulan Kaya'ya dokunan eller kırılsaydı. dini, imanı, adaleti yok ki bu şerefsiz dünyanın. ben kaç yaşımdan beri varım bilmiyorum ama ben var olduğumdan beri Kaya vardır.

gültepe mahallesinden tekkeye giden bir ara sokakta, köşe başında, bir taşın üzerinde, söylediklerine göre -deli- annesinin evinin hemen önünde, kollarını göğüs hizasında kenetlemiş bir halde, yıkılmaz, yenilmez, yılmaz bir görüntüyle dururdu Kaya. bu duruşundan dolayı adı Kaya zaten. duruşunu hiç bozmaz. bazen Kaya'yı kızdırırlar, küfür ederler, koşar, kovalar. bazen "kaleye geç" derler, kaleye geçer mahalle arası maçlarda. üzerine köpek saldırtırlar, boğuşur köpeklerle, elini, kolunu, bacağını ısırır köpekler, hiç ses çıkarmaz, köpeği pes ettirene kadar boğuşur onunla. köpeğin boğazını bir yakaladı mı, çenileyerek kaçar itoğlu it. zaman geçer başka bir köpek getirirler sınamaya "bu köpek Kaya'yı ağlatır oğlum" diyerek, yok. Kaya yakalar boğazından, yere çalar. kollarından damarlar fışkırır, gözleri iki santim öne çıkar, delidir Kaya, delirir. böyle işlerle uğraşmadığı/uğraştırılmadığı sürece, sanki günün 24 saati o taşın üzerinde Kaya...

çinko bir tas önünde, bölük pörçük ekmekler yerde, kesin bir teneke efes kutusu var pencerenin içinde, üstü başı kan, pantolonu kısa, saçları uzun, kafa üstü kel gibi. kollarını bağlayıp durduğunda sanırsın en harbi mareşal. erkin koray'la yanyana koysan ayırdedemezsin, o kadar benzer, yüzü, tipi, boyu posu; Erkin Baba diyenler de olurdu ara sıra.

ne zaman tekkeye doğru yola çıksak, Kaya hep aynı yerinde sabit. kımıldamaz. hoşuna gitmeyen bir şey söylersen cevabı "sktir lan". bir bira alırsın ya da ekmek, ne bileyim gazoz falan "iyidir" der sadece. çocukları çok sever, çocuk görünce, çocuk arabası görünce komiklik yapmaya çalışır, azar işitir, kovalanır, taşlanır. ses çıkarmaz. beş dakika sonra yine bir çocuk görsün, çocuk dediğim bebek, yine aynı Kaya. çok taşladıklarını gördüm, sen dur dersin, öbürü azarlar, mahallenin piç çocukları hiç durmazlar, sıkılınca taş alıp, Kaya'ya fırlatırlar. işsiz güçsüz serseriler, bol bol bira alırlar Kaya'ya içirirler, sonra konuştururlar. "kuş kalkıyor mu lan?", "ananı sktin mi?", "sende de kolum kadar torrak vardır", "gel tokat'a götürelim Kaya ne diyon, karı var". başka muhabbet yok. karı-kuş-karı-kuş...

bir kaç hikayesi birden vardı Kaya'nın hayatının, benim bildiğim üç tane var:

dediklerine göre, Kaya ortaokul 3'te falanmış. Aynı, bu "annesin evi" dedikleri yerde yaşıyorlarmış. bir gün babası eve gelmiş arkadaşlarıyla, sarhoşlarmış. evin hemen içinde, arkadaşlarının önünde, karısının üzerine atlamış, parçalamış üstünü başını. "buyurun" demiş, para almış arkadaşlarından, oturmuş bir köşeye hem izleyip, hem içki içiyormuş. 2 tane bıçak kapmış Kaya, gitmiş sokmuş babasına. arkadaşları aldırmamış. bir güzel dövmüşler Kaya'yı, annesine tecavüz, sonra kaçıp gitmişler. o gün bugün annesi deliymiş, Kaya böyleymiş. babası ölmüş o zaman.

öbürüne göre, annesi deliymiş Kaya'nın. babası hiç yokmuş zaten. kendi de deliymiş anadan doğma. deli ana, deli oğul yaşıyorlarmış böyle.

son bildiğim, Kaya'nın annesi deliymiş yine. bu evde kalıyorlarmış. Kaya simit, marul, limon falan satıp, tekke'de mezarlara su döküp, kuran okuyup, annesine, kendine bakıyormuş. bir gün o işe gittiğinde annesine tecavüz etmişler. gelip gidip ediyorlarmış zaten mahallenin şerefsizleri. annesi hamile kalmış, bir kız çocuğu olmuş. Kaya çok sevmiş kardeşini, ne dedilerse artık. bir gün yine tekkeye gitmiş. dönünce, evde birileri, bir kaç adam, annesine tecavüz ediyorlarmış. Kaya'yı dövmüşler, ona da tecavüz etmişler, ve hatta bebek kardeşine de gözleri önünde. bebek ölmüş. Kaya bir daha iflah olamayacak biçimde delirmiş.

gitsen dinlesen şimdi binbir hikaye daha duyarsın. hep derlerdi halen Kaya'ya tecavüz ettiklerini. yanımda çok oldu, "oğlum ne yapsak bi karı bulsak"dan başlayan bir muhabbetin "Kaya'yı içiririz, veririz arkadan cıbışı" diye bittiği. hep tiskindim bu heriflerden. Kaya'nın mahallesindeki herkesten. Kaya ile ilgili espri yapan herkesten. aksine Kaya'ya saygı duydum hep. belki o dimdik, yılmaz, yıkılmaz duruşundan, o sert ifadesinden, tüm bu anlatılanlara rağmen hiç bozmadığı o umursamaz halinden dolayı... bir yaşım olduğunu bildiğimden beri hep oradaydı Kaya, ben büyüyordum, o oradaydı, ayağım kırıldı maç yaparken, bir kaç ay sonra gittim baktım oradaydı, aşık oldum, ağladım, Kaya oradaydı, bir film izleyip kahraman olmak istedim, Kaya duruşunu hiç bozmamıştı, cici dedem'i gömmeye gidiyorduk, Kaya kayanın üzerindeydi, ben prince of persia 2'yi bitirip havalara uçtum, kaya kımıldamamıştı bile, Kaya hep oradaydı, hayatımın dikili taşlarından biri gibi, hiç yerini değiştirmeyecek gibi, ne zaman görsem, onu gördüğüm herhangi bir anın dolaylarındaki kendimi, o zamanlarımı aynasından yansıtır gibiydi Kaya, endişesiz gibiydi, tasasız gibiydi, bizim gibi boktan meselelere hayatını tüketmiyor gibiydi, Kaya gibiydi, sevdiğim kızı başkasıyla evlendirdiler, Kaya, oradaydı. şimdi ben bunları yazıyordum, Kaya yoktu. taşın üstü boştu. kafam bomboktu.

öldüğünü duyduktan sonra bir kaç kez gittim gültepe'ye. Kaya yoktu, gidişte baktım, dönüşte baktım, yok. bu kadar uzun süre ayrılmazdı taştan, zaten çinko tas da yoktu, efes kutusu da, ev harabeye dönmüştü. sigarayı bırakmıştım tam da. ne olacaksa, bir paket sigara aldım. sinema'ya gittim. film başlayana kadar yarısını içtim, arada bir kaç tane daha.

çıktım sinemadan engin'le buluştuk. "nağbiyüsün, neydiyüsün" derken, dedim: "kaya ölmüş oğlum". "neşeynen kaya'nın kaya mı" dedi cins. dedim: "gğaya, ölmüş oğlum". "lan erkin koray kaya mı lan" dedi. dedim: "ölmüş". "ölümsüz lan kaya, yüzyıllardır yaşıyor, demirel gibi lan o" dedi. "tecavüz edip öldürmüşler itoğlu itler" dedim, "zaten ediyorlardı şerefsizler" dedi engin, "hasktir... o ne duruştu biliyon mu? lan kaya da öldüyse, biz..." "e marlin brandan da ölmüş" dedim, "hüseyin baradan çekil aradan" dedi.

biraz durduk öyle, ağaçlara falan baktık, engin mısır aldı, kemirerek gidiyorduk, sessizliği ben bozdum.

- hasktir arkadaş ya!
- ölüyor lan millet teker teker.
- e bi anda olacak diye bir şey yok tabii.
- olabilir!
- soda içelim mi lan, üzerine limon sıkınca iyi geliyormuş.
- kâzım kartal ölünce ağladım oğlum.
- zerrin egeliler'in damından içeri silah soktuydu.
- harbi lan.
- oğlum cüneyt ölürse çok fena yıkılırım, bir de orhan ölürse, kahrolurum.
- balık mı yesek lan zeka açar.
- ibne yunanistan nasıl çıktı oğlum finale?
- şans işte oğlum şans, sen tut koca çekleri yen.
- ama bu milan baroş süper herif.
- winning'de veririm bak eline.
- klasiklerden seçmek yok.
- yenen yemeği ısmarlar.
- yenen?
- yenen oğlum.
- tamam lan yürü.
- veririm eline sapasağlam.
- yürü bakiym bi yürü...

Çarşamba, Haziran 30

Sen Gittiğinden Beri

Sıkıldım artık yatmaktan kalkmak istiyorum
Kalkmak, yürümek ve hatta koşmak istiyorum

Dünyaya bir an önce karışmak istiyorum
Karışmak, erimek, kaybolmak istiyorum

Ben bir nescafe istiyorum, sütlü istiyorum
Bir de şu pis küllüğü boşaltmak istiyorum

Hiçbir şey yapamıyorum fakat, ölmek istiyorum
Donuyorum ulan allahsız, donuyorum
Pencereyi açık unutmuşsun her yerim kütük gibi
Bir kütük gibi cehennemde yanmak istiyorum

Valla öyle böyle değil parmağımı kımıldatamıyorum
Neyse biraz daha yatayım geçer herhalde

Salı, Haziran 29

İş Görüşmesi

Tommy Macaluso başına neler geleceğinden habersiz yola çıktı. İş görüşmesine gidiyordu. Son altı aydır defalarca yapmıştı bunu. Yolda bir arkadaşıyla karşılaştı. Hoşbeşten sonra arkadaşı bu şekilde iş görüşmesine gitmemesi gerektiğini, böyle üç günlük sakalla başvuran birini kimsenin işe almayacağını söyledi. Arkadaşının uyarısını dikkate aldı fakat oldukça az zamanı kalmıştı. Başvuracağı zaman bile geç kalan birisini kimse işe almak istemezdi değil mi?

Zar zor bir berber buldu, rica minnet ilk sırayı aldı. Berbere durumundan bahsetti. Berber saçının da uzun olduğunu, sadece sakal tıraşının yeterli olmayacağını, en iyisi bi güzel saç tıraşı da olmasını öğütledi sakince. Hem 5-10 dakika gecikmeden kimse rahatsız olmazdı değil mi? Tommy kabul etti. Fakat berberin eli oldukça ağırdı, bir kere tıraşa başlandığından yarısında "kes traşı" da denilemiyordu.

Tommy bir ara dalar gibi oldu, eski iş başvurularını düşünmeye başladı. Bu dalgınlık en fazla bir dakika sürmesine rağmen birden çok fazla zaman geçtiği düşüncesine kapılıp heyecanlandı ve saatine bakmak istedi. İşte ne olduysa o anda oldu. Tommy bu ani hareketlenmesi sırasında berberin koluna çarpmış, berber de yanlışlıkla dibine kadar kesivermişti saçı. Önce berber, ardından da saçının halini gören Tommy "fuck" çekti. Kesik o kadar derindi ki, tek çare vardı: "Saçı sıfıra vurmak". Tommy el mecbur kabul etti. Bu halde berber dükkanının sınırlarından dışarı adım atamazdı.

Nefes nefese girdiği şirketin girişindeki boy aynasında kendisine baktığında aslında fena bir durumda olmadığını hatta "karizmatik" bile sayılabileceğini farketti. 28 senedir güneş yüzü görmemiş kafası yüzüne göre biraz beyazcaydı ama olsun. 15 dakika geciktiği için kendisinden sonraki görüşecek kişi almıştı sırayı. Sekreter, buyrun siz biraz bekleyin, şimdi biter, dedi. Hafiften kikirdiyordu mu ne?

Sekretere kağıt mendili olup olmadığını soracaktı ki görüşme odasının kapısı açıldı. Saçları briyantinli bir adam gülümseyerek çıktı dışarı. Sekreter başıyla "hadi!" işareti yaptı. Evet resmen kikirdiyordu! Tommy kapıyı tıklattı, açtı, hafifçe kapattı. Patron gözlerini önündeki kağıtlardan kaldırmadan "Üzgünüm" dedi, "Kadromuz az önce doldu".

"Az" ve "önce" kelimeleri birer kurşun olmuş Tommy'nin beynine saplanmıştı.Önceden tıraş olsa belki de işe kendisi alınacaktı. Bu düşünceler kafasının içini çatırdatıyor. Hatta çatırtının seslerini bile duyabiliyordu artık. Sonra ilginç bir olay oldu, patron da sanki bu çatırdıyı duymuşçasına başını ani bir hareketle yukarı kaldırarak Tommy'ye baktı. Tommy'ye bakmasıyla Tommy'nin ayaklarına doğru hamle yaparak yere kapaklanması bir oldu. Tommy artık delirdiğine, beyninin kendisine türlü oyunlar yapmaya başladığına inanacakken, patronun biraz önce fırladığı koltuğuna yukarıdaki büyük tablo büyük bir gürültüyle düştü. Ortalık cam kırıklarıyla dolmuştu. Bu her şeyi açıklıyordu. Gördükleri hayal değildi, patron kafasına tablo düşmesin diye Tommy'nin ayaklarına kapanmıştı.

Olayın şokunu atlatan patronun yerden yavaşça doğrularak Tommy'ye sıkı sıkı sarıldı. Neredeyse bir dakika süren bir sarılmaydı bu. Tommy "acaba bu odaya girdiğimden beri hep hayal mi görüyorum, yoksa bu adam eşcinsel mi?" diye düşünürken, patron kollarını gevşetti ve Tommy'ye şöyle bir baktıktan sonra keline okkalı bir öpücük kondurdu.

"İşe alındın evlat. Hangi bölümü istersen orada çalış.Sen benim hayatımı kurtardın, ben de sana yardım edeceğim" dedi patron. "Üç aylık da prim veriyorum" .

Tommy kendisini evine götürecek otobüsteydi. Olanları hâlâ anlayamıyordu? Arada bir elini cebine atıp yokladığı üç aylık prim parası da olmasa bu olanlara asla inanmayacaktı.


Evet sevgili dostlar, Tommy Macaluso'nun terden parlamış keli ayna vazifesi görmüş, patronun kafasına düşecek tabloyu son anda farketmesini sağlamıştı. O gün Tommy saçlarını sıfıra vurdurmasa belki de sevgili patronu bugün hayatta olmayacak, kendisi de umutsuzca iş aramaya devam edecekti. Bazen hayatı kendi akışına bırakmak, onun size sürprizler hazırlamasına izin vermek gerekiyor. Karamsarlığın hiç bir şeye faydası yok. Bir Türk atasözü ile bitirelim: "Ayağını sıcak tut, başını serin, gönlünü ferah tut, düşünme derin derin".

-- Konor Bulyon Suyuna Öyküler'den --

Cumartesi, Haziran 26

Diyalog lazım mı abi?

- Kimmiş peki bu hırsız?
- Söylemedi abi. Tek bildiğimiz lazım olmadığı.
- Nası lazım değil lan? Merak etmiyor musun?
- Hayır abi, ismi lazım değilmiş, sadece bunu söyledi.
- Lazım isminde hiçbir tanıdığımız yok ki salak! Ne işe yarar bu bilgi?
- Bilmiyorum abi, elbet bi işe yarar, boşa konuşmaz Kerim abi.
- Lazım diye bir insan ismi de yok bildiğim kadarıyla.
- Doğru abi, ben de duymadım şimdiye kadar.
- Lazım?.. Lazım?.. Kim bu lazım?
- Naber Lazım?
- Ne diyosun lan sen?
- Cümle içinde kullanıyorum abi, belki çağrışım yapar.
- Yok olm, böyle bi insan tanımıyorum ben.
- Tamam abi, çaktım mevzuyu.. Lazım belki de bir insan ismi değildir, ne biliyim mesela bir köpek ismidir, yani hırsız köpeğin isminin lazım olmadığını söylüyor, süper bir ipucu bence.
- Otur lazım.
- Buyur abi?
- Oluyor lan, lazım bir köpek ismi olabilir gerçekten. Dergileri bir köpek çaldı diyosun yani.
- Olabilir abi.. Kedi de olabilir. Lazım isimli bir köpeğin kedi arkadaşı mesela.
- Peki olm kedi napsın dergiyi, köpek napsın?
- Hayvan abi bunlar, oyun yapıyorlar kendilerince.
- Peki zeki arkadaşım, eğer bir köpek çaldıysa dergilerimizi Kerim abi neden ismini söylemesin köpeğin? Köpekle aralarında ne tür bir bağ olabilir. Hırsız köpeği bulsak mahkemeye mi verecez, dayak mı atacaz sanki?
- Onu bilemiyorum abi, ama kesinlikle bir hayvan bence bu hırsız. Belki de eğitimli bir hayvandır, suç işlemeye sahibi teşvik etmiştir, Kerim abi de sahibini korumak istiyordur.
- Arasana şu Kerimi.

- Alo Kerim abi, şimdi abi bu hayvan kedi mi köpek mi abi?
- Ne hayvanı ya?
- İsmi lazım değil demiştin ya hani abi, onu soruyorum.
- Mühim değil anlamında söyledim onu, boşverin, iki-üç dergi altı üstü.
- Arşivlikti abi onlar. Peki abi iyi günler.

- Abi mühim değil dedi şimdi de. Bu şekilde 200-300 kez ararsak bulacaz heralde hayvanı. İsminin lazım ve mühim olmadığını biliyoruz şu anda.
- Civardaki tüm kedi köpeğin listesini çıkartalım öncelikle.
- Dişilere gerek yok abi, sadece erkeklerin listesini çıkartsak yeter, eki eki.
- Olur mu oğlum, kadınlar da pentavs okuyor.
- Ciddi mi?
- Ne sanıyosun?

Çarşamba, Haziran 23

Sıkıldıkça Sorulan Sorular

Şiirlerde, şarkılarda sevgili tarif edilirken gözlerinden dudaklarından, yahut yanaklarından saçlarından, veya kaşlarından alınlarından, olmadı elleriyle ayaklarından, az gelirse kollarıyla bacaklarından, bellerinden göğüslerinden ve hatta sümüklü burunlarından bahsedilir; bunlar türlü türlü şeylere, denize güneşe, aya kaleme, oka yaya ve türlü nebatata, benzetilir de niçin hiç kulaklardan bahsedilmez? Kulak çok mu önemsiz bir organımızdır, veya estetik mi bulunmuyor? Ya da bu sanatçıların aşklarının kulakları mı yok? Var olmasına var da lepiska gibi saçları görünmelerine engel mi oluyor? Sanatçılar kulaklara neden kulaklarını kapatıyorlar? Netice itibariyle sanat dünyası kulağa tepkili. Misal, Van Gogh.

Belki de diğer organlara oranla karmaşık bir geometri içermesi engel oluyordur kulağın bir şeye benzetilebilmesine. Benzetilebilen şeyler de estetik değil gerçekten:

"Kömür gibi saçları gözlerini kapatıyor
Salyangozumsu kulakları salyalarımı akıtıyor"

Gerçekten iğrenç.


Bu noktada bir çözüm olarak "böl ve benzet" yöntemi kullanılabilir. Organ; "Kulak memesi", "Kulak boşluğu" (kulak deliği), "Kulak tüycükleri" (kulak kılı), "Kulak kaşığı" (kulak kepçesi) gibi farklı kısımlar şeklinde ele alındığında karmaşık geometrisinden kurtularak türlü şekillerde tarif edilmeye müsait bir hal alacaktır. Örneğin:

"Kömür gibi saçları gözlerini kapatıyor
Minik kulak tüycükleri şeftaliyi andırıyor"

Gerçekten mükemmel.


Bu yöntem sayılan faydalarının yanında sadece kulağa odaklanmamızı, zengin kulak betimlemeleri yapan eserler üretebilmemizi de sağlıyor. Örneğin oynak bir halk ezgisiyle şu dizeleri okuduğumuzu düşünerek bitirelim:

Kulağının kaşığı,
sandım tatlı kaşığı
vay ben ona kurban olam ben
o kaşığa heyran olam ben

Kulağının boşluğu
o da ayrı hoşluğu
vay görünce bir hoş olam ben
o boşluğa yuva kuram ben

Memeler mi?
Taş.


Pazar, Haziran 20

Nabız kontrol bir ki

Nabzı atmıyordu. Yüksek olasılıkla ölmüştü, ya da çok iyi ölü taklidi yapıyordu. Doktor olduğunu söyleyerek meraklı çemberini yaran birisi geldi sonra, "Ölmüş," dedi kendinden emin bir ses tonuyla; "nabzı atmıyor". Peki kim öldürmüştü acaba bu adamı? (erkek olduğunu anlamak için doktor görüşü gerekmiyordu).

Peki kim öldürmüştü acaba bu adamı? (Bu soru tek başına bir paragraf olmayı hakediyor bence). Diyelim ki komşusu öldürmüştü ya da karısı. Ne farkeder ki aslında; elbet birisi öldürmüş, ya da eceli gelmiş ölmüş, ya da kendi kendini öldürmüştü. (intihar?) Belki de doktor olduğunu söyleyen adam öldürmüştür, hatırlasanıza ne kadar da kesin konuşmuştu. Evet, bence doktor öldürdü adamı.

Ben bunları düşünürken, veledin teki "Yerde bir şey yazıyor" dedi birden. Evet, yerde bir şey yazıyordu gerçekten: "ÇANKAYA BELEDİYESİ". Ama bu yazı bu civardaki bütün mazgalların üstünde yazan bir yazıydı, ne önemi vardı ki bunun? Yaşlı, sakallı bir amca "herhalde katilin adını yazmış kanıyla" dedi sonra. Ulan yoksa Çankaya Belediyesi adam öldürmeye mi başladı diye düşünürken, aniden farkettim yanlış yere baktığımı; belediyeyi geçince hemen sağda kırmızı büyük puntolarla "SEN" yazıyordu.

"Hayır!" dedim kendimi tutamadan, "Ben katil değilim, doktor öldürdü onu". Meraklıların hepsinin gözleri daha bir meraklanmış ve doktora çevrilmişti. Doktor, "Ben doktor değilim, hayır" dedi. Durum karmaşık bir hal almaya başlamıştı. Tüm parametreleri analiz etmek gerekiyordu. Öncelikle, önce doktorum diyip sonra bunu yalanlayan adamın (sözde doktor) bir yalancı olduğu kesindi. Sözde doktor yalancı olduğuna göre adam ölmemiş olabilirdi (sözde ölü). Adam ölmemişse ortada analiz etmeye değer bir durum olduğundan bahsetmek yanlış olurdu. Bu durumda yapılacak en sağlıklı davranış ölünün öldüğünden emin olmaktı.

Çok geçmeden bir polis geldi, "Ne oluyor burada?" dedi olaya hakim olacak gibi bir ses tonuyla. "Ölü ölmüş" dedi biri. "Belli değil" diyerek atladım hemen, "Ölünün ölmüş mü, ölmemiş mi olduğu kesin olarak belli değil memur bey, ama eğer ölmüşse bu sözde doktor öldürmüştür kesin" dedim sonra. "Çekilin bakiym" dedi polis, adamın nabzını tuttu sonra ve "ölmüş" dedi. Ölmüş derken kullandığı ses tonu sözde doktorun ölmüş derkenki ses tonuyla neredeyse aynıydı. Bu adam da polis kılığına girmiş sözde bir polis miydi yoksa?

Kafam iyice karışmıştı, her şey birer birer sözdeleşiyordu. Ortadaki tek gerçek, ortada atmayan bir nabızla yatan bir adamın varlığıydı. Sonra ilginç bir şey oldu: sözde doktor aniden koşmaya başladı, sözdeliği meçhul polis de ardından koşmaya başlayacaktı ki ayağı ölüye takıldı ve kırıldı. Kırılan ölünün bacağıydı, diz kapağından aşağısı tamamen kırılmış, kopmuş; pahalı bir kumaştan yapıldığı her halinden belli olan pantolonun dışına çıkmıştı. İnsan bacağına hiç benzemiyordu üstelik, daha önce hiç ölü bacağı görmemiş olduğumdan, demek ki ölülerin bacakları böyle oluyor diye düşünmeye başlamıştım. Derken üçüncü paragraftaki velet tekrar sahneye geldi, kırılmış bacağı yerden aldı, birkaç saniye inceledikten sonra "tahta bu" dedi sırıtkan bir gülümsemeyle. Velet kahkahalar atarak tahta bacağı sağa sola sallamaya başlamıştı. Unutulmuş polis düştüğü yerden kalkmaya çabalıyordu ki sözde doktor tekrar dahil oldu sahneye, veledin elinden tahta bacağı kaptığı gibi tekrar koşmaya başladı.