Salı, Ağustos 23

kayıp zaman anksiyetesi



işin doğrusu çok da doğru değil bu yaptığım. yaptıklarımın hiç biri doğru değil. ama doğru olan, yaptıklarımın hepsini doğru olması umuduyla yapıyor olmam. şimdi burada daha fazla durmam doğru değil, burada daha fazla kalmam, bu büroda daha fazla çalışmam, şu laneti de artık bırakmalıyım; 31 ağustos bunun için ideal bir gün, bu kadar fazla ve düzensiz yemekten vazgeçmem lâzım, yapacağım dediklerimi yapmak için her gün biraz daha gecikiyorum, iki arada bir derede karar verip ya kendimi nadasa bırakmalı veya kendimi biraz yormaya başlamalıyım. championship manager'i bırakmam lâzım, bahis oynamayı da, istemediğim yerlere bilinçsizce gidip alkole bulanmayı bırakmalı, internet'i bırakmalıyım biraz, eskilerde yaşamayı da, sorumsuzluğu bırakmalıyım? ya da kendimi biraz nadasa bırakmalıyım.

uyku düzeni denen pek müstakil halden çok biraz sıyırdım uzun zamandır. metabolizma denen ucubenin aklını aldım. ne yapacağını şaşırmış, divaneye dönmüştür kesin. hangi saatte ne kadar enerji sarf edeceğim, hangi saatte ne kadar yemek yiyeceğim, ne zaman yatıp ne zaman uyanacağım, ne zaman kendimi rölantiye alacağım hiç belli değil. ben bile bilmiyorken, metabolizma hayvanı hepten çizmiştir.

şimdi asıl kafama takılan dün gece kaybettiğim bir süre belirsiz zamanım. sabaha karşı 3 gibi yattığımı hatırlıyorum. sonra uyandığımı da, 7'de tekrar yattığımı ve 14:25'te tamamen kalktığımı hatırlıyorum. ara uyanışımda, yatana kadar ne yaptığım ise meçhul. hiçbir kesin iz yok ortalıkta, hiçbir kalıntı yok kafamda. yatarken elbiselerimi çıkarıp koltuğun üzerine mi koymuştum. kül tablasında 5 adet izmarit mi vardı, yatmadan önce, 2 poşet tadım çekirdeği yedim mi gerçekten, çoraplarım mavi miydi önceki gün, üzerinde "hawai" yazan terliklerle mi geldim odaya yoksa tam benzeri "speed" yazanlarla mı, buzdolabındaki rakıyı içmiş olamam, gece uyku ortasında kalkıp rakı içecek kadar sapıtmamışımdır herhalde, rakıya ne oldu o halde?

işin doğrusunu bilmiyorum ama aklımı başıma devşirmediğime eminim. aklımı başımdan düşürmüş olabilirim.

uyku arasında uyanıp bir haltlar yemeye çok yabancı değilim, hem kendi hayatımdan hem de başka hayatlardan. ama bu aradaki zamanın kaybolması, hiç başıma gelmemişti evvelce. normalde uykudan uyanıp su içilir, bazen üzerine çişe gidilir, bazen su içilmez de yalnızca çişe gidilir. bu en fazla 5 dakikalık bir zaman alır. çok nadiren uykudan kalkıp kaka yaptığım da olmuştur. hadi yanıma bir de dergi aldım diyelim, 10 dakikayı geçmez. neden daha uzun süre ayakta kaldığıma şüphelendiğimi henüz söylemedim. mesele şu. elimde bir yara var, elimin üzerinde? muhtemelen yanık ya da bir yere sürtülerek parçalanmış. uyandığımda üzeri sargı bezi ve yara bandıyla emaneten örtülmüştü. ikincisi banyo yapmışım, havlu henüz kurumamıştı, hemen yanımdaki sandalyeye koymuşum. cebimde 45 milyon lira eksik, 2 tane fazladan sigara paketi var masanın üzerinde ve en kötüsü yastığımın altından, her meme haznesinde de "eat me*" yazan bir sütyen?

bana ne yaptım?

(hadi abi, bi katılın bakalım ilerliyor mu?)

Perşembe, Mart 31

Rkande

zorunlu sayılma seanslarından birindeyken, sayılmak için bekleyen çılgın kalabalığın; yukarıdan nebatat gibi görünen küçük/büyükbaş eratın önünde duran çavuş, dosyasından bir kağıt çıkararak bağırdı:

- "perakende listesini ohuyorum... adını ohuduklarım mutlaka perakendiye girecehler. bir kere girmiyenin çarşısı kitlenir, ikinci girmiyene 7 gün disko, 3. kere girmiyen 1 ay karaharbe cezaya... kimse duymadım, bilmiyürüm demesin."

perakende ne, kim çıkardı, n'oluyoruz lan? ne işe yarıyor, perakende olunca ne yapmak gerekiyor, bu isimleri kim koyuyor mna koyarım ha!.. ismi okunan kahredercesine surat asıyor, anlamak mümkün değil. bir noktadan sonra en ağır işi yapıyor olsan da, en kral askerliği yapsan da kodes mahkûmu gibi gün saymıyor musun? dışarı çıkacağı günü sayıp duran ve amacı bir süre sonra sadece bir günü daha bitirmek olan bir insandan millet, devlet ne bekleyebilir? daha sonra hayatları boyunca; kendilerine gün saydıran, rütbelilerine hizmet etsin diye bir insanın ömründen 1,5 seneyi çekip alan devletle araları iyi olur mu bu insanların? yani mevzu şu ki, perakende olsa ne yazar, zaten gün saymıyor musunuz?

- vay eamüğa goyyin! şafak demiş alliğüç (53) belakendeye çıharılır mı ulan vay ızzdırabını sküyüm.

hem kızgın, hem durumla dalga geçer gibi bir hali vardı, boru değil, 53 demiş şafak, her şeyle dalga geçebilir.

"dayıoğlu" diye seslendim, döndü baktı sinirli sinirli, "hayırdır, ne ki bu perakende niye çıldırıyor millet, beni de okudular ben de bozulayım mı duruma?"

- vay torun abi, yaktılar bizi, mağfeddiler. hele senin hazkerliğini yahtı bu dürzüler... memleket nerağ?

- yüütah, iliyonis

dedim, dinlemedi bile. zaten bir şafak, bir de memleket sorduklarında bir alışkanlıktır bu, cevap almak umurunda değildir kimsenin, yıllardan beri süregelen bir alışkanlık, "memleket nere" deyip giderler, bir süre sonra sen de hiç farkında olmadan yaparsın bunu.

- sktired abi adıynan memleketiynen işim yok kimsenin. 12'den sonra elliğiki der. aelliğiki gün sonra yok burda zorbey... bi daha uğramaz buraya, sen çıkana kadar çocuğu bile olur... askerliğin çok, seni yaktılar o ayrı. ihohohahaha.

normalde, normal dediğim de, buradaki tabirle "sivildeyken" yani az çok küfür ederdim. askere geldim geleli daha dikkatli olup elimden, dilimden geldiğince küfür etmiyorum. "e hamına koyduğum dürzü kırığı asker kafalı japon ski" diye bağırasım geldi, aslında bir iki tokat atasım bile geldi zorbey denen hibneye, tuvalete gidip burnumu sildim, küçük su döktüm, geçti sonra.

gün oldu perşembe, saat 11'i çeyrek geçe falan, beni aramışlar, telefona baktım, karşıdaki "piyade çavuş üsüyin" dedi, "söyle üsiyün" dedim. "perakende var bugün, bak katılmazsan çarşı kitlenir, sonra da olacakları biliyorsun zaten". "tarrak" dedim, "biliyorum, sağol".

o saatlerde başıma gelecekleri soruşturmaya başladım, ne yapabilirler, ne yaptırabilirler bana bu perakende denen şeyde; cevap tek kelimeydi "sikecekler..." o zaman fazla koymadı işte, zaten farklı bir şey olmuyordu ki, zaten şafak demiş 'cart curt', üç ay sonra 'coni coni', hani skilmeye de mi alışır insan, alışıyor, her şeye ve buna da.

perakende saati gelene kadar araştırmaya, başımıza gelecekleri öğrenmeye çalıştım, mümkün olmadı, doğru düzgün bir izahat gelmedi. "süründürecekler, koyacaklar, emdirecekler, istikamet verecekler, vesaire". herkes bir korku salma hevesinde. aslında böylesi kötü de değil. başladığından beri kime ne sorsam, korkmayı gerektiren cevaplar vermişlerdir:

- bu komtan nasıl bir adam?
- asar keser doğrar
- burası nasıl bi yer, rahat mı?
- ıstırap burası
- aşağıdan komtan çağırdı içtimaya girmesem olur mu?
- valla komtan kızar, cezaya gönderebilir
- bi çişe gitsem?
- gelir şimdi, ben karışmam, geçen bi çocuğun ağzına sıçtı.
- eeeh ulan.

hal böyle olunca kendini hep en kötüsüne hazırladığın için, başına gelenler bu kadar sert, işkence gibi olmayınca, bu kadar ağır olmayınca üstesinden gelmek çok daha kolay oluyor. "ağzıma sıçmadı lan işte, yarrakkafa dedi geçti", o kadar.

neyse vakit geldi herkes toplandı, yoklamalar alındı, mangalar oluşturuldu, perakende başladı. o kadar da korkulacak bir şey yok işte, askerlik yapıyorsun, çök, kalk, sürün, yat, tüfemk ponza, hazrol, selağmduuuğar gibi şeyler, kısaca disiplin eğitimi.

"sen" diye seslenip yanıma geldi komutan ben dışarıdan geçen insanlara bakarken, "ne var lan dışarıda, o kadar istiyorsan git, yürü, tutmuyoruz seni". yalan, basbayağı tutuyorlardı. "emredin komtanım" diye yanıtladım, bu her zaman işe yarardı. "esas duruş nedir" diye sordu. allahtan bir şekilde ezberlemişim, ne zaman olduğunu bilmiyorum, hani acemilikte okuyacak hiç bir şey bulamayıp askerin el kitabı'nı okuduğumda falan kalmış aklımda: "bir askerin en iyi duruşudur, onun ruhen ve bedenen olgunluk derecesini gösterir"

ardısıra tekmiller verdirip herkese sordu, aradan bilen bilemeyen çıktı tabii elbette. ya da yan yan fısıldadık etrafımızdakilere, onları da kurtardık. sanırım 50-60 kişi tekrar etti bunu. sıra zorbey'e geldi, sordu komtan:

- esas duruş nedir zor-bey?
- kontanım şafak demiş...
- skerim şafağını şimdi
- bir askere duruşuna... ruh...
- tekrar...
- askerin derecesine... ruhun... olmuştur...
- şınav pozisyonu al.
- kontanım
- yat.

çekti bitirdi şınavı zorbey, bir kaçına daha sordu, tekrar zorbey'e sordu, zorbey'de tık yok. tekrar şınav. zorbey sanırım 60-70 şınav çekti o gün. artık kolları titriyor, değil göğsünü yere değdirmek, azıcık bükse kollarını yere düşüyordu. alnından terler süzülüyor, yüzü kızgınlık ve dehşetle gergin, morarmış, gözleri dışarı çıkmıştı.

iki adam çağırdı komutan, ikisinin zorbey'e dönmelerini istedi, zorbey ortalarında, ikisine de var güçleriyle bağırarak, esas duruşun tanımını yaptırdı, defalarca, defalarca, onlar yorulunca bağırmaktan, sordu zorbey'e, "ruh..." dedi zorbey, yeni birileri geldi bu defa onlar bağırmaya başladılar zorbey'in kulağına kulağına, tekrar sordu komutan, "olgunlaştı..." dedi zorbey. tekrar iki adam... kendimi onun yerine koymaya çalıştım, o halde görmeye dayanamadım kendimi, kulakları hiç bir şeyi duyamayacak kadar yorulmuş, morali, kendine güveni yerle bir olmuş, olası her şeye dair heyecanını yitirmiş ve başka bir boyuta geçmiş olabilirdi. komutan sordu tekrar, zorbey bağırdı:

- zorbey solgun, maraş, emret komtanım...
- esas duruş nedir?
- aum kreeng kreeng kreeng hoong hoong hreeng hreeng...kreeng kreeng kreeng hoong hoong hreeng hreeng swaha...karma jangchup tsomo, bhargo devasya dhimahi... ooooommmm... auooommmmmm... ooooooğğğğğm.

herkes büyülenmiş gibi bir zorbey'e, bir ne yapacak diye komutana bakıyor, bu garip seslerin ne anlama geldiğini, nereden çıktığını anlamaya çalışıyordu. zorbey'in iki yanındaki askerler de olgun ve buğulu bir sesle başladılar "aum kreeng kreeng kreeng hoong...". aptal aptal bakıyorduk. komutan kımıldamıyordu, hiç kimse kımıldamıyordu, acaba farkındalar mıydı ne olduğunun, yoksa kımıldayamıyorlar mıydı? ben? hareket etmek istedim, sonra vazgeçtim, bir ayin gibiydi bu ve benim görevim de burada durmaktı sanki. yere diz çöktü zorbey, avuç içlerini birleştirdi, başını önüne eğdi, diğerleri bu garip tekerlemeyi söylemeye devam ederken. daha sonra zorbey'in yerden yükseldiğini gördüm, bir metre kadar, herkes gördü mü acaba? gördülerse eğer neden kimse bir ses çıkarmıyordu? gözlerini kapattı zorbey, ne kadar süre geçti bilmiyorum. daha sonra tekrar ayağa kalktı, diğerleriyle birlikte tekerlemeyi tekrarladı ve üçü birden sustular.

sessizliği komutan bozdu, "n'oluyor lan burda orospu çocukları ne diyorsunuz lan siz?", "aloo, lan itoğlu it".

duymadı bile sanki zorbey, gözlerini açtı, derin bir nefes aldı ve koşmaya başladı, başını önüne eğdi koşarken, hızlandı ve gidip bir duvara çarptı. yere düşmüş karpuz gibi dağıldı kafası.

"hasktir... hasktir amuğa koyum" gibi sesler çıkarıyordu herkes. komutan aptala dönmüştü, titriyor, kekeliyordu, korku doluydu gözleri. kendine gelsin diye gittim bir tokat attım. ona iyi gelmedi ama bana iyi geldi. gidip gazinodan, berberden bir örtü aldım geldim. zorbey'in üzerini örtecektim ki, yerde ufak anahtarlık gibi bir şey gördüm, hemen kafasının kenarında. eğilip aldım, küçük bir plaka üzerinde, dijital rakamlarla 53 yazıyordu. "elliüç. hmmm" diye seslice okudum rakamı, gözlerim zorbey'in kalan parçalarından yerdeki dudaklarına döndü her niyeyse, o an dudakları kımıldadı "üç yüz borum var oğlum sana..." "hasktir" dedim ben de, üzerini örttüm.

ertesi sabah kimse olanlardan bahsetmiyordu. gidip sordum soruşturdum, "zorbey'e yazık oldu", "n'ooldu lan öyle perakendede, hep böyle mi mna koym","eğitim zaiyatı zorbey..." diye ağız yokladım, yok, kimse hatırlamıyor, ne zorbey'i hatırlıyorlar, ne dün olanları.

yıllık iznimden 7 gün kullanıp, 7 gün boyunca uyumayı düşündüm, "öyle 3,5,9 olmaz, ya hepsini bi arada kullanacaksın, ya hiç kullanmayacaksın" dediler, gidip kollarımda sigara söndürdüm.

Cumartesi, Ocak 8

Tahtakale Ocak 2005 Raporu

tahtakale'ye gittim bugün.

5 milyona krom kaplamalı casiq marka saat aldım. ilk gordüğümde içim gitti, pırıl pırıl krom kaplama, kocaman dijital rakamlar ama 1 hafta calisacak saat icin 5 milyon verilmez dedim. bayağı bir yürüdüm, derin iç hesaplaşmalara daldım. o saati almasam sanki hayatımda birşeyler ters gidecek sanki. baktım olmayacak geri donup aldım saati. "abi son bir ikramın yok mu" adetini de gerçekleştirdim. adamlar 150 euro'luk seiko pulsar spoon'un aynısı yapmışlar. utandigimdan saat kemerini daralttiramadim. simdi bi saatciye gidip 5 milyonluk aletin kemerini kisalt da diyemem. elimden maymun kelepçesi gibi sarkıyor.

2 sene önce deposunda 100 tane sıfır sega dreamcast olan bir dükkan vardı. belki fiyatları düsürmüslerdir bir kolacan edeyim derken yolda cd'ci herifin teki ilişti (abi porno ister misin) herif koluma giriyor sonra kulağıma fısıldıyor usulcana (abi cok guzel pornolarım var) iblis midir nedir kardesim bunlar. "siiidiii" derken çıkan yılan tıslamasına benzer ses tüylerimi diken diken ediyor. nasıl anlıyorlar? tamam zulada var 3-5 muzır neşriyat. arada koleksiyonumu genişletme ihtiyacı da duyuyorum ama bugün değil. insan sıfatına nasıl yansıyor bu anlayamıyorum. şükürler olsun ergenlik sivilcem falan da yok. üstümde ne var da bu herifler piranha gibi saldırıyor, abaza olduğumu anlıyor. olsa olsa üstümdekiler evet sakal, biraz depresif ruh hali, hırpani kıyafet bakımsız üstbaş bu adamları çekiyor olmalı. herifi azarladım "ilişme" dedim. dreamcast'çi de ise sadece oyun kolu kalmış 20 dolar. dönüş yolunda cd'cilerle gözgöze gelmemeye çalıştım, cd'lere bakmadım bulaşan olmadı bu sefer.

balık ekmek olayı takalardan galata köprüsüne tasinmis. masada oturup yiyorsun denize karşı 2,5 türk yeni.