Perşembe, Eylül 23

Kurtlar Vadisi - Part 1

Oldukça soğuk bir Temmuz akşamıydı, Edirne Binevler'de...

Kitaplara göre, Edirne'de kara iklimi hüküm sürer. Yazları gündüz sıcak, Kırkpınar'a rastlarsa yağlı geçer. Kışları ise tam tersi; soğuk ve genelde kupkuru yağsız. Oysa kara iklimi bir travestidir: Gündüz, altın sarısı saçları, uçları şevhetle dikelmiş löpür löpür memeleriyle yürek dağlayan ateşli bir afetse, gece siyah kolluk takan bir haciz memuru kadar soğuktur. Garip olan, travestilerin genelde gündüz sokağa çıkmadığıdır. Buradan yola çıkarak kara ikliminin edepsiz teşbihi kaldıramayan sade ve efendi bir iklim olduğunu söyleyemek ya da Edirne gibi, ikliminin ters döndüğü, Transilvanya yolu üzerindeki yerlerde acaip,ürpertici bir o kadar da kan donduran olaylara hazır olmak... Hangisi doğru tespit, bilemiyorum.

Binevler, Bulgaristan'a giderken son solda, minik bir öğrenci şehri. Ortasından geçen sulama kanalı kurbağa ordusuna yurt olur, kanal boyunca uzanan otlukta yaz yazlaştıkça volümü arttıran gürültücü haşerat ise yeşilbaşlara lezzetli bir serenat olurdu. Öğrenciler mi? Onlar işte bildiğin öğrenci... Binevler'de çok öğrenci vardı, en az su kanalındaki sayısız haşerat kadar öğrenci, sabah dersine yetişmek için sokağa çıktıklarında t cetvelleri birbine çarpar, takada tukada ses çıkarırdı. Bu enteresan doğa olayı uzaktan bakıldığında bir tarikat yürüyüşünü andırıyordu: omuzlarında t cetvelleriyle, suratı asık bezmiş öğrenciler çarmıhını sırtlamış hz. İsa gibi akın akın okula gidiyordu.. Evler genelde 3-4 katlı, balkonların yanında bina boyunca uzanan tahta süsler tırmanmaya son derece müsait. Geceleri özellikle, zili çalıp bütün ev ahalisini uyandirmaktan çekinen öğrenciler buralardan tırmanarak balkondan eve girer. Öğrenciler arasında gece misafirliği, gitgeller çoktur. Sıkıntıdan kendilerini pis yedili, king gibi kağıt oyunlarına veren öğrenciler geceleri Binevler?i minik bir Las Vegas?a dönüştürür, zamanın çarkları çay, sigara ve kabak çekirdeği öğütürdü.

Soğuk bir temmuz akşamıydı, evet. Binevler'de balkonda tüneyen yüzlerce öğrenciden biri, Cemal... Mimarlık birinci sınıftaydı. İsminin çok sıradan olduğunu düşünürdü. Başlarken yöneteceğin karakter için isim girilmesini bekleyen bilgisayar oyunlarında olduğu gibi, isim girmezsen "player1" olur ya Cemal de öyle bir ad, nüfus kağıdının üzerinde matbaa çıkışı gelen bir isim. İnsanın anne babası biraz özenir be, dünyaya bir sefer geliyorsun. Neyse, en azından windows/temp/XrcvteQZ.exe gibi rastgele bir virüs ismine sahip olmadığına şükretti. Cemal'in yaşadığı evde bile kendi isminde 2 tane arkadaşı vardı. Karışıklık olmasın diye, daha okulun ilk ayında "Angut Cemal? ismine layık görülmüştü. İsmi gibi hayatının da sıradan olduğunu düşünürdü. Sıradan!

Sıradan mı?

Sıradan olduğunu düşünmek neyse de sıradan olduğunu hazmedememek çok tehlikelidir. Bu hazımsızlık sahibi insandan her türlü dengesizlik beklenebilir. Sıradanlığının farkında olan veya ne olduğu umurunda olmayan insanlar ise zararsız birer tavuktur. Barış, sağlık ve mutluluk içinde yaşamlarını tamamlarlar. Türküm! Doğruyum! Yasam küçükleri korumak, büyüklerimi saymak, varlığım...

Tam o sırada aşağıdan bir ıslık sesi:

-fiyuvvvv! hüooop Cemal! diye bağırdı aşağıdaki sesin sahibi, Berkantur, uzun bir tasviri haketmeyecek kadar aşağılık biriydi. Bildiğin puşt, züppe. Aklı fikri anlık eğlencelerde olan, baba parasıyla hayatını sürdürecek bir salon piçiydi. Sıradanlığı en hazmedemeyenlerden...

-Hangi Cemal?

-Angut Cemal!

-Ne be amuaogodumn? Doymadın mı kinge? Gel vereyim eline usul usul

-Ne kingi olm! Ragıp ağanın çiftliğine gidiyoz kiraz yemeğe! Torba kap gel!

(to be continued)

Çarşamba, Eylül 15

Konuralp'in Dumanlı Yolculuğu

ağustostu, orası kesin, ve fakat ağustos olmasına rağmen kıştan kalma bir gün yaşıyordu şehrin insanı. konuralp bu havada bu şehirde daha fazla duramacağına kendini en harbisinden inandırıp, istanbul'da yaşayan ablasının yanına gitmeye karar verdi. "ulan" dedi "karar verebilmek ne güzel şey, karar veremeyen, karar verebilecek durumda olmayan insanlar var" ve ardından üç nokta süresince düşündü.

ablasını aradı hemen, "gelebilir miyim, kalabilir miyim" diye sordu, ablası okey verdi, sevindirik oldu sesi bunun yanısıra, hoşuna gitti konuralp'in. sipariş almak için "buralardan ne getireyim sana ne istersin" sorusunu doğrulttu sonra, "oraların nesi meşhur" dedi ablası, "bi bakıp sonra seni ararım" deyip kapattı telefonu.

ilk minibüsle eve gitti, içi zıpır zupurdu, sanki çok afilli, gayet yerinde bir karar vermiş gibi hissediyordu, iyi olacaktı, iyi bir şeyler gelecekti başına sanırımdı. hem zaten aslında bir yandan da, yengeç burcu, merkür'ün terso etkisinden yeni kurtulduğundan bu kadar cevval hissediyordu kendini. kötünün kötüsü pozisyonlar bitmişti; çorbasından soluncan çıkması, yeni aldığı ayakkabılarının altının delinmesi, bir haftadır her gün denemesine rağmen balık tutamaması, nüfus cüzdanını kaybedip, belediye kayıplar amirliğine gittiğinde, camda nüfus cüzdanını görüp sevinmesinin ardından oradaki iki çocuğun "salağa bak lan nüfus cüzdanını kaybetmiş, haftanın salaklarını gelip burdan görebiliyorsun" diye konuştuklarını duyup hemen hızla tourettes sendromuna giriş yapması hep merkür'ün yüzündendi.

iyi gibi değil, basbayağı iyiydi, gitmek ona iyi gelecekti, oh gidiyordu be sonunda.

eşyalarını toparladı, gitarını, ara sıra bir şeyler karaladığı defterini, gameboy advance'ini yanına almayı unutmadı elbette ki. aslında annesi gitmesini pek istemiyordu konuralp'in, hani n'olur n'olmaz, damadı iyi bir adamdı ama konuralp'in kalmasından hoşlanmayacaktı belki, belki kavga çıkaracaktı, belki iki tane yumruk çakıp oturtacaktı ablasını, üç gün eve uğramayacak, sonra sülün gibi bir rus gacıyla basılıp gazetelere çıkacaktı. "manyaklığın lüzumu yok anne" dedi konuralp, "o zaman niye gidiyon" deyip ağlamaya başladı annesi, "hep kalbimi kırın, aman beni yerden yere vurun, herkese kızıp acısını benden çıkarın, gücünüz bana yetiyor" gibi, az biraz yüreği olan insanın yüreğini artı bonus olarak beynini kökünden bazukalayacak sözler söyleyerek. özür diledi konuralp, "annem" dedi, "bu şehir beni bozdu, darmadağın etti, bak hastalıklar edindim durduk yere, psikopat oldum, seni, dünyada herşeyden çok sevdiğim seni kırar, incitir oldum" deyip o da ağladı. "hadi ordan pislik" dedi annesi, "yav anne bak allasen" falan derken bunlar barıştılar, sarıldılar, annesi ikna oldu, apartmanın yakıt aidatından bir miktar eksiltip, konuralp'in cebine koydu zorla. "gitmeden iyice yesin de oralarda ne olur ne olmaz di mi" niyetiyle hemen yemek yapmaya girişti annesi. yumurtalı rosto yaptı, fasulye, pilav, barbunya pilaki, patates kızartması+köfte+ayran 1,5 derken saat 8 oldu kardeşim, otobüs kaçacak.

hemen hamhum şaralop yapıp yemekleri aceleyle yükünü aldı ve terminale uzadı konuralp. kılpayı yetişip bindi otobüse yerine oturdu "oohhhşşsss" diyerek rahatladı ve yerleşti koltuğuna. yanı da boştu, harika, 15 saatlik yolculuk başlamak üzereydi ve konuralp bir miktar heyecanlı, haddinden fazla rahat üstelik sesi çok güzel bir kardeşimizdi.

giderken giderken, çıkardı gameboy'unu oynamaya başladı. kendini evde sanıp sesi kısmayı unuttuğundan herkes işkillendi, ters ters baktı buna, oysa o kafasını oyundan kaldırmıyordu. hemen arka koltukta oturan 73 ya da 61 yaşlarında bir dede, "oğlum civcuv dbam zabum ütüleme kafamızı, kitar mı saz mı çalacaksan onu çal dinleyelim hep beraber" dedi, konuralp "afedersin amca, sesi kısıyorum ama gitarı otobüste çalsam olmaz ayıp olur, seven var sevmeyen var, şeyolmasın" derken, etraftan bir destek geldi kafayı yersin. herkes "çal, çal, çal gitarcı" diye bağırıp tempo tutuyordu. kendisine sevecen bakışlarla, sempatik gülüşlerle, popstaringu bir destekle yaklaşan bu ateşli kalabalığın isteğini kıramayan konuralp aldı gitarını ve konuşturdu.

merkür'ün etkisinden çıkmıştı ya namussuz, nasıl çalıyordu, öttürüyordu. iki parça çaldıktan sonra, herkes çılgınca alkışladı, hatta şoför de alkışlarken dönüp "tebrik ederim" demeye çalışınca, büyük bir kaza atlatmışlar, ipin ucundan dönmüşlerdi neredeyse. "tamam yeter, yoksa kaza yapacağız" deyip idare etmeye çalışsa da konuralp, yolcular, şoförün alkışlamaması ve arkasına dönmemesi, mola yerinde beğenilerini belirtmesi kaydıyla, konuralp'i tekrar çalmaya ikna ettiler.

"bu defa siz isteyin ben çalayım" dedi konuralp, biri pop istedi, öteki türkü, kimi arabesk istedi, diğeri dış kaynaklı hafif müzik, hepsini çaldı konuralp, bu ne hafıza, bu ne reperturar, o ne güzel ses, akordun ne güzel yavrum diyerek hayran oldu herkes. o sırada otobüs ilk molasını verdi, saat gece 11 gibi.

indiler otobüsten, tuvalete gitti, geldi, çay içmek için oturdu bir masaya, herkes selam verdi, gülümsedi, acayip mutlu oldu eşşek sıpası "sevilmek ne güzel şey ulağan" diye nârâ atmak istedi. sakinleşti sonra, çayından bir yudum alıp sigarasını yaktı. "oturabilir miyim?".. bu sesle irkildi konuralp, dalıp gittiği potansiyel istanbul maceralarından. kafasını kaldırdı ve o anda çarpıldı, sarsıldı, hörküldü, kızardı, foşardı ve zümbürtlendi. böyle bir güzellik görmemişti hiç, sımsıcak bakışlar, fındık gibi bir burun alev alev saçlar, of anam incecik bel, oy oy tarladan yeni gelmiş bol sulu rakılık kavun gibi göt be, beldne 15 santim geride duruyor alimallah, memeler mi taş, birbirine vur ateş çıkart, o dudaklar bülbüleşiyor konuştukça... pardon, ee ne diyordum. hah. bizimki "tabii, öyle, olur, belki" falan diyor ama kafa yerinde değil. o sırada "çok şekersin" sözüyle irkildi konuralp. "kesin bir salaklık yaptım, yoksa durduk yere şekersin demez bu kız milleti" diye düşündü ve kendine geldi.

"tişikkür iderim" diyerek üzerinde ekistıradan emanet duran bir ağızla cevap verdi konuralp. kasları gerildi, burun delikleri hızla açılıp kapandı, yoksa kadınlarda mı oluyordu bu, gözleri faltaşı gibi açılsın bunun, açıldı dolayısıyla. oradan buradan, şappır şuppur birbirlerini yiyerek şam'da kayısıya eşdeğer bir muhabbete giriştiler. kız hayran olmuştu konuralp'e mola bitti, otobüse bindiler ve zaten yanı boş olan konuralp'in hemen yanıcağızına oturdu kız. adı şey olsun bu kızın, eee, sevdübai. sevdübai ve konuralp kâh mır mır, kâh mıy mıy, mümkün mertebe harıl harıl birbirlerine sarıldılar, şakalaştılar, konuştular, bakıştılar. bütün otobüs sanki kendi çocuklarını evlendirmiş gibi mutlu ve tomruktu. az gittiler uz gittiler derken gece bilmemkaç tekrar mola verdi otobüs.

indiler tekrar, tuvalete gitmek için ayrıldılar, konuralp tuvaletten çıktığında, sevdübai elinde 2 şişe sodayla bekliyordu. "soda aldım, midemiz rahatlar di mi" dedi sevdübai, acayip hoşuna gitti konuralp'in düşünülmüş olmak. aceleyle yanarcasına dikti sodayı konuralp, bir dikişte içti, bağrı yandı, ağzı dili eğildi ama, bir dikişte içerek ne kadar memnun olduğunu gösterecekti aklı sıra. sevdübai ise, sodasıyla birlikte sigara içmek istiyordu. sigarasını çıkarmaya çalışırken soda şişesini elinden düşürdü, paramparça oldu tabii, üzüldü müzüldü. konuralp "tekrar alayım, alayım ben sana bi tane daha" falan dediyse de, istemedi sevdübai, "sana sarılayım yeter" dedi, sarıldı konuralp'e, birlikte otobüsün yıkanıp temizlenişini izlediler. anons geldi biraz sonra otobüse bindiler, yanyana sarılıp oturdular tekrar. üç beş kelâm ettmişlerdi ki, kısa bir suskunluk arasında konuralp, sevdübai'nin başına omzunu yaslayıp uykuya daldı. yüzündeki ifade çok sevimliydi konuralp'in.

uyandığında yanı boştu. koltuğun altına, ayakkabılarının içine, kendi koltuğuna baktı, sevdübai yoktu. arkasında oturan 64 yaşındaki amcaya sordu, "git pislik" diye cevap verdi amca. "n'ooldu amca ya ben ne yaptım" dedi konuralp "sus ahlâksız" cevabıyla sarsıldı. yandaki o eşsiz gülümseyen tek çocuklu aileye sordu "sevdübai'yi gördünüz mü" diye, kadın "allah belanı versin" derken, adam "yolculuğu zehir ettin, yuh sana hayvan" diye cevap verdi. muavini çağırıp sordu, "abi hayırdır gece ne oldu" dedi, "ulan sen ne öküz adammışsın, nerden aldık seni otobüse" diye cevap verdi. çıldıracaktı konuralp koltuğundan kalktı, sevdübai'nin yerine bakmaya gitti, oradaydı sevdübai, "sevdübai?" dedi, cevap yok, "sevdübai duymuyor musun beni" dedi, "yeterince duydum iğrenç pislik" diye cevap verdi sevdübai. "ne yaptım ben, neden bu güzelliği bozuyorsun" diye dişlerini sıkarak sordu, sevdübai'nin yanındaki teyze "ossuruklu" dedi konuralp'e, sonra arkadak birisi daha "hayvan gibi osuruyorsun" dedi, başka birisi daha "burnumuzun direği kırıldı senin yüzünden", "boğuluyorduk ulan pis osturuklu", ossuruk, osturuk, osuruh, herkes osuruktan bir şeyler söylüyordu. anlaşılan evde yediği, barbunya, fasulye, patates vesaire sodayla birleşince müthiş bir patlamaya sebebiyet vermişti. kıpkırmızı oldu konuralp. "hayır ben yapmadım" diyecek oldu ama şoför "ne yapmadın ulan osturuk kafa, al şu paranı in otobüsten" diyerek bilete verdiği parayı konuralp'e geri vererek, otobüsü sağa çekti ve konuralp'ten inmesini istedi. yolcular hep birden "helal kaptan" diye bağırıyorlar, kimi "oh temiz hava" diye kapılara yanaşıyordu. konuralp indi otobüsten, bir bolu girişinde, yokuşun başında, bir daha soda içmemeye yemin ederek yürümeye başladı. daha sonra hiç görülmedi konuralp, osuruklu konuralp.

işin özü: sodaya limon sıkınca gaz yapmıyormuş.