Çarşamba, Haziran 30

Sen Gittiğinden Beri

Sıkıldım artık yatmaktan kalkmak istiyorum
Kalkmak, yürümek ve hatta koşmak istiyorum

Dünyaya bir an önce karışmak istiyorum
Karışmak, erimek, kaybolmak istiyorum

Ben bir nescafe istiyorum, sütlü istiyorum
Bir de şu pis küllüğü boşaltmak istiyorum

Hiçbir şey yapamıyorum fakat, ölmek istiyorum
Donuyorum ulan allahsız, donuyorum
Pencereyi açık unutmuşsun her yerim kütük gibi
Bir kütük gibi cehennemde yanmak istiyorum

Valla öyle böyle değil parmağımı kımıldatamıyorum
Neyse biraz daha yatayım geçer herhalde

Salı, Haziran 29

İş Görüşmesi

Tommy Macaluso başına neler geleceğinden habersiz yola çıktı. İş görüşmesine gidiyordu. Son altı aydır defalarca yapmıştı bunu. Yolda bir arkadaşıyla karşılaştı. Hoşbeşten sonra arkadaşı bu şekilde iş görüşmesine gitmemesi gerektiğini, böyle üç günlük sakalla başvuran birini kimsenin işe almayacağını söyledi. Arkadaşının uyarısını dikkate aldı fakat oldukça az zamanı kalmıştı. Başvuracağı zaman bile geç kalan birisini kimse işe almak istemezdi değil mi?

Zar zor bir berber buldu, rica minnet ilk sırayı aldı. Berbere durumundan bahsetti. Berber saçının da uzun olduğunu, sadece sakal tıraşının yeterli olmayacağını, en iyisi bi güzel saç tıraşı da olmasını öğütledi sakince. Hem 5-10 dakika gecikmeden kimse rahatsız olmazdı değil mi? Tommy kabul etti. Fakat berberin eli oldukça ağırdı, bir kere tıraşa başlandığından yarısında "kes traşı" da denilemiyordu.

Tommy bir ara dalar gibi oldu, eski iş başvurularını düşünmeye başladı. Bu dalgınlık en fazla bir dakika sürmesine rağmen birden çok fazla zaman geçtiği düşüncesine kapılıp heyecanlandı ve saatine bakmak istedi. İşte ne olduysa o anda oldu. Tommy bu ani hareketlenmesi sırasında berberin koluna çarpmış, berber de yanlışlıkla dibine kadar kesivermişti saçı. Önce berber, ardından da saçının halini gören Tommy "fuck" çekti. Kesik o kadar derindi ki, tek çare vardı: "Saçı sıfıra vurmak". Tommy el mecbur kabul etti. Bu halde berber dükkanının sınırlarından dışarı adım atamazdı.

Nefes nefese girdiği şirketin girişindeki boy aynasında kendisine baktığında aslında fena bir durumda olmadığını hatta "karizmatik" bile sayılabileceğini farketti. 28 senedir güneş yüzü görmemiş kafası yüzüne göre biraz beyazcaydı ama olsun. 15 dakika geciktiği için kendisinden sonraki görüşecek kişi almıştı sırayı. Sekreter, buyrun siz biraz bekleyin, şimdi biter, dedi. Hafiften kikirdiyordu mu ne?

Sekretere kağıt mendili olup olmadığını soracaktı ki görüşme odasının kapısı açıldı. Saçları briyantinli bir adam gülümseyerek çıktı dışarı. Sekreter başıyla "hadi!" işareti yaptı. Evet resmen kikirdiyordu! Tommy kapıyı tıklattı, açtı, hafifçe kapattı. Patron gözlerini önündeki kağıtlardan kaldırmadan "Üzgünüm" dedi, "Kadromuz az önce doldu".

"Az" ve "önce" kelimeleri birer kurşun olmuş Tommy'nin beynine saplanmıştı.Önceden tıraş olsa belki de işe kendisi alınacaktı. Bu düşünceler kafasının içini çatırdatıyor. Hatta çatırtının seslerini bile duyabiliyordu artık. Sonra ilginç bir olay oldu, patron da sanki bu çatırdıyı duymuşçasına başını ani bir hareketle yukarı kaldırarak Tommy'ye baktı. Tommy'ye bakmasıyla Tommy'nin ayaklarına doğru hamle yaparak yere kapaklanması bir oldu. Tommy artık delirdiğine, beyninin kendisine türlü oyunlar yapmaya başladığına inanacakken, patronun biraz önce fırladığı koltuğuna yukarıdaki büyük tablo büyük bir gürültüyle düştü. Ortalık cam kırıklarıyla dolmuştu. Bu her şeyi açıklıyordu. Gördükleri hayal değildi, patron kafasına tablo düşmesin diye Tommy'nin ayaklarına kapanmıştı.

Olayın şokunu atlatan patronun yerden yavaşça doğrularak Tommy'ye sıkı sıkı sarıldı. Neredeyse bir dakika süren bir sarılmaydı bu. Tommy "acaba bu odaya girdiğimden beri hep hayal mi görüyorum, yoksa bu adam eşcinsel mi?" diye düşünürken, patron kollarını gevşetti ve Tommy'ye şöyle bir baktıktan sonra keline okkalı bir öpücük kondurdu.

"İşe alındın evlat. Hangi bölümü istersen orada çalış.Sen benim hayatımı kurtardın, ben de sana yardım edeceğim" dedi patron. "Üç aylık da prim veriyorum" .

Tommy kendisini evine götürecek otobüsteydi. Olanları hâlâ anlayamıyordu? Arada bir elini cebine atıp yokladığı üç aylık prim parası da olmasa bu olanlara asla inanmayacaktı.


Evet sevgili dostlar, Tommy Macaluso'nun terden parlamış keli ayna vazifesi görmüş, patronun kafasına düşecek tabloyu son anda farketmesini sağlamıştı. O gün Tommy saçlarını sıfıra vurdurmasa belki de sevgili patronu bugün hayatta olmayacak, kendisi de umutsuzca iş aramaya devam edecekti. Bazen hayatı kendi akışına bırakmak, onun size sürprizler hazırlamasına izin vermek gerekiyor. Karamsarlığın hiç bir şeye faydası yok. Bir Türk atasözü ile bitirelim: "Ayağını sıcak tut, başını serin, gönlünü ferah tut, düşünme derin derin".

-- Konor Bulyon Suyuna Öyküler'den --

Cumartesi, Haziran 26

Diyalog lazım mı abi?

- Kimmiş peki bu hırsız?
- Söylemedi abi. Tek bildiğimiz lazım olmadığı.
- Nası lazım değil lan? Merak etmiyor musun?
- Hayır abi, ismi lazım değilmiş, sadece bunu söyledi.
- Lazım isminde hiçbir tanıdığımız yok ki salak! Ne işe yarar bu bilgi?
- Bilmiyorum abi, elbet bi işe yarar, boşa konuşmaz Kerim abi.
- Lazım diye bir insan ismi de yok bildiğim kadarıyla.
- Doğru abi, ben de duymadım şimdiye kadar.
- Lazım?.. Lazım?.. Kim bu lazım?
- Naber Lazım?
- Ne diyosun lan sen?
- Cümle içinde kullanıyorum abi, belki çağrışım yapar.
- Yok olm, böyle bi insan tanımıyorum ben.
- Tamam abi, çaktım mevzuyu.. Lazım belki de bir insan ismi değildir, ne biliyim mesela bir köpek ismidir, yani hırsız köpeğin isminin lazım olmadığını söylüyor, süper bir ipucu bence.
- Otur lazım.
- Buyur abi?
- Oluyor lan, lazım bir köpek ismi olabilir gerçekten. Dergileri bir köpek çaldı diyosun yani.
- Olabilir abi.. Kedi de olabilir. Lazım isimli bir köpeğin kedi arkadaşı mesela.
- Peki olm kedi napsın dergiyi, köpek napsın?
- Hayvan abi bunlar, oyun yapıyorlar kendilerince.
- Peki zeki arkadaşım, eğer bir köpek çaldıysa dergilerimizi Kerim abi neden ismini söylemesin köpeğin? Köpekle aralarında ne tür bir bağ olabilir. Hırsız köpeği bulsak mahkemeye mi verecez, dayak mı atacaz sanki?
- Onu bilemiyorum abi, ama kesinlikle bir hayvan bence bu hırsız. Belki de eğitimli bir hayvandır, suç işlemeye sahibi teşvik etmiştir, Kerim abi de sahibini korumak istiyordur.
- Arasana şu Kerimi.

- Alo Kerim abi, şimdi abi bu hayvan kedi mi köpek mi abi?
- Ne hayvanı ya?
- İsmi lazım değil demiştin ya hani abi, onu soruyorum.
- Mühim değil anlamında söyledim onu, boşverin, iki-üç dergi altı üstü.
- Arşivlikti abi onlar. Peki abi iyi günler.

- Abi mühim değil dedi şimdi de. Bu şekilde 200-300 kez ararsak bulacaz heralde hayvanı. İsminin lazım ve mühim olmadığını biliyoruz şu anda.
- Civardaki tüm kedi köpeğin listesini çıkartalım öncelikle.
- Dişilere gerek yok abi, sadece erkeklerin listesini çıkartsak yeter, eki eki.
- Olur mu oğlum, kadınlar da pentavs okuyor.
- Ciddi mi?
- Ne sanıyosun?

Çarşamba, Haziran 23

Sıkıldıkça Sorulan Sorular

Şiirlerde, şarkılarda sevgili tarif edilirken gözlerinden dudaklarından, yahut yanaklarından saçlarından, veya kaşlarından alınlarından, olmadı elleriyle ayaklarından, az gelirse kollarıyla bacaklarından, bellerinden göğüslerinden ve hatta sümüklü burunlarından bahsedilir; bunlar türlü türlü şeylere, denize güneşe, aya kaleme, oka yaya ve türlü nebatata, benzetilir de niçin hiç kulaklardan bahsedilmez? Kulak çok mu önemsiz bir organımızdır, veya estetik mi bulunmuyor? Ya da bu sanatçıların aşklarının kulakları mı yok? Var olmasına var da lepiska gibi saçları görünmelerine engel mi oluyor? Sanatçılar kulaklara neden kulaklarını kapatıyorlar? Netice itibariyle sanat dünyası kulağa tepkili. Misal, Van Gogh.

Belki de diğer organlara oranla karmaşık bir geometri içermesi engel oluyordur kulağın bir şeye benzetilebilmesine. Benzetilebilen şeyler de estetik değil gerçekten:

"Kömür gibi saçları gözlerini kapatıyor
Salyangozumsu kulakları salyalarımı akıtıyor"

Gerçekten iğrenç.


Bu noktada bir çözüm olarak "böl ve benzet" yöntemi kullanılabilir. Organ; "Kulak memesi", "Kulak boşluğu" (kulak deliği), "Kulak tüycükleri" (kulak kılı), "Kulak kaşığı" (kulak kepçesi) gibi farklı kısımlar şeklinde ele alındığında karmaşık geometrisinden kurtularak türlü şekillerde tarif edilmeye müsait bir hal alacaktır. Örneğin:

"Kömür gibi saçları gözlerini kapatıyor
Minik kulak tüycükleri şeftaliyi andırıyor"

Gerçekten mükemmel.


Bu yöntem sayılan faydalarının yanında sadece kulağa odaklanmamızı, zengin kulak betimlemeleri yapan eserler üretebilmemizi de sağlıyor. Örneğin oynak bir halk ezgisiyle şu dizeleri okuduğumuzu düşünerek bitirelim:

Kulağının kaşığı,
sandım tatlı kaşığı
vay ben ona kurban olam ben
o kaşığa heyran olam ben

Kulağının boşluğu
o da ayrı hoşluğu
vay görünce bir hoş olam ben
o boşluğa yuva kuram ben

Memeler mi?
Taş.


Pazar, Haziran 20

Nabız kontrol bir ki

Nabzı atmıyordu. Yüksek olasılıkla ölmüştü, ya da çok iyi ölü taklidi yapıyordu. Doktor olduğunu söyleyerek meraklı çemberini yaran birisi geldi sonra, "Ölmüş," dedi kendinden emin bir ses tonuyla; "nabzı atmıyor". Peki kim öldürmüştü acaba bu adamı? (erkek olduğunu anlamak için doktor görüşü gerekmiyordu).

Peki kim öldürmüştü acaba bu adamı? (Bu soru tek başına bir paragraf olmayı hakediyor bence). Diyelim ki komşusu öldürmüştü ya da karısı. Ne farkeder ki aslında; elbet birisi öldürmüş, ya da eceli gelmiş ölmüş, ya da kendi kendini öldürmüştü. (intihar?) Belki de doktor olduğunu söyleyen adam öldürmüştür, hatırlasanıza ne kadar da kesin konuşmuştu. Evet, bence doktor öldürdü adamı.

Ben bunları düşünürken, veledin teki "Yerde bir şey yazıyor" dedi birden. Evet, yerde bir şey yazıyordu gerçekten: "ÇANKAYA BELEDİYESİ". Ama bu yazı bu civardaki bütün mazgalların üstünde yazan bir yazıydı, ne önemi vardı ki bunun? Yaşlı, sakallı bir amca "herhalde katilin adını yazmış kanıyla" dedi sonra. Ulan yoksa Çankaya Belediyesi adam öldürmeye mi başladı diye düşünürken, aniden farkettim yanlış yere baktığımı; belediyeyi geçince hemen sağda kırmızı büyük puntolarla "SEN" yazıyordu.

"Hayır!" dedim kendimi tutamadan, "Ben katil değilim, doktor öldürdü onu". Meraklıların hepsinin gözleri daha bir meraklanmış ve doktora çevrilmişti. Doktor, "Ben doktor değilim, hayır" dedi. Durum karmaşık bir hal almaya başlamıştı. Tüm parametreleri analiz etmek gerekiyordu. Öncelikle, önce doktorum diyip sonra bunu yalanlayan adamın (sözde doktor) bir yalancı olduğu kesindi. Sözde doktor yalancı olduğuna göre adam ölmemiş olabilirdi (sözde ölü). Adam ölmemişse ortada analiz etmeye değer bir durum olduğundan bahsetmek yanlış olurdu. Bu durumda yapılacak en sağlıklı davranış ölünün öldüğünden emin olmaktı.

Çok geçmeden bir polis geldi, "Ne oluyor burada?" dedi olaya hakim olacak gibi bir ses tonuyla. "Ölü ölmüş" dedi biri. "Belli değil" diyerek atladım hemen, "Ölünün ölmüş mü, ölmemiş mi olduğu kesin olarak belli değil memur bey, ama eğer ölmüşse bu sözde doktor öldürmüştür kesin" dedim sonra. "Çekilin bakiym" dedi polis, adamın nabzını tuttu sonra ve "ölmüş" dedi. Ölmüş derken kullandığı ses tonu sözde doktorun ölmüş derkenki ses tonuyla neredeyse aynıydı. Bu adam da polis kılığına girmiş sözde bir polis miydi yoksa?

Kafam iyice karışmıştı, her şey birer birer sözdeleşiyordu. Ortadaki tek gerçek, ortada atmayan bir nabızla yatan bir adamın varlığıydı. Sonra ilginç bir şey oldu: sözde doktor aniden koşmaya başladı, sözdeliği meçhul polis de ardından koşmaya başlayacaktı ki ayağı ölüye takıldı ve kırıldı. Kırılan ölünün bacağıydı, diz kapağından aşağısı tamamen kırılmış, kopmuş; pahalı bir kumaştan yapıldığı her halinden belli olan pantolonun dışına çıkmıştı. İnsan bacağına hiç benzemiyordu üstelik, daha önce hiç ölü bacağı görmemiş olduğumdan, demek ki ölülerin bacakları böyle oluyor diye düşünmeye başlamıştım. Derken üçüncü paragraftaki velet tekrar sahneye geldi, kırılmış bacağı yerden aldı, birkaç saniye inceledikten sonra "tahta bu" dedi sırıtkan bir gülümsemeyle. Velet kahkahalar atarak tahta bacağı sağa sola sallamaya başlamıştı. Unutulmuş polis düştüğü yerden kalkmaya çabalıyordu ki sözde doktor tekrar dahil oldu sahneye, veledin elinden tahta bacağı kaptığı gibi tekrar koşmaya başladı.